İş insanı Murat Ülker, dört haftadır İtalya'da rönesansın ve günümüze yansımalarının izini sürdü, izlenimlerini kaleme aldı
Türkiye'nin önde gelen iş insanlarından Murat Ülker, İtalya'da rönesansın izini sürdü, "Rönesans neden İtalya'da doğdu?" sorusunun yanıtını ve günümüze yansımalarını çarpıcı fotoğraflar eşliğinde irdeledi.

Murat Ülker'in ilk durağı Floransa - Medici Laurantian Kütüphanesiydi.
Ülker, Rönesans'ın insanın kendine yeniden bakmayı öğrenmeye başladığı bir dönem olduğunu vurgularken, şu tespitleri yaptı:
"15. asırda İtalya’da başlayan bu dönemin en büyük özelliği hayatta düşüncenin alanının artık daha genişlemiş olması. O devir Hristiyanları artık yalnızca inancıyla değil; aklıyla, gözlemiyle, kişiliğiyle de dünyayı anlamaya yöneliyor. İnsanlar daha görünür, fikirler daha cesur ve şehirler daha açık hale geliyor.
Bu dönüşümün merkezinde birey var. İnsanı tarihsel, düşünsel ve estetik bir “özne” olarak görmeye başlaması ile bir hükümdarın karakteri, bir sanatçının dünyaya bakışı ya da bir bilim insanının merakı artık başlı başına önem kazanıyor. Kimi zaman resimle, kimi zaman mimariyle, kimi zaman bilimle ama her durumda birey üzerinden ifade bulan bir hareket olmuş Rönesans.
Tabii uzun süredir yerleşmiş anlayış biçimlerini sorgulayan ve değiştiren bu süreç, yalnızca kitaplarda, tuvallerde ya da saraylarda kalmadı; sokağa da yayıldı: atölyeler, kütüphaneler ve meydanlar hatta evler bile bu yeni düşünce biçiminin bir parçası haline geldi. Dönemin ruhu, fikrin de ötesine geçerek yaşanan, hissedilen, hayatın içerisine giren ve değiştiren bir şey olarak şekillendi."
Ülker, "Neden İtalya?" sorusuna ise şöyle yanıt veriyor:
"Rönesans’ın İtalya’da başlaması bir tesadüf değil. Günümüzde İtalya’nın bulunduğu topraklar, tarihin eski dönemlerinden beri hareketli bir yapıya sahipti. Şehir devletleri birbirinden bağımsız yaşıyor, hem rekabet ediyor hem de birbirini kültürel olarak tetikliyordu. Hal böyle olunca, güç sürekli olarak farklı kesimlerin arasında el değiştiriyordu; soylular, tüccarlar, bankacılar… Etki alanı genişleyen bu gruplar siyasette ve yönetimde etkinlerdi; ancak fikir ve sanat dünyasında da kendilerini göstermek istediler; sanatçıların desteklenmesi, bilimsel tartışmaların teşvik edilmesi ya da sanata veya bilime hizmet edecek yeni yapılar inşa ettirmek birer güç gösterisine dönüştü.
(…) Sanat bu noktada bir ifade biçimi rolü üstlenerek, atölyelerden ve saraylardan çıkıp sokağa yayıldı. Heykeller meydanlara yerleşti, freskler binaların cephelerini kapladı. Şehirler yalnızca yaşanılan yerin ötesine geçerek, düşüncenin ve sanatın sergilendiği mekanlar haline geldi."
Yazısında Rönesans'ı ileriye taşıyan Filippo Brunelleschi, Donatello, Cosimo de’ Medici,m Lorenzo de’ Medici, Catherine de’ Medici,
Sandro Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello Sanzio, Andrea Palladio'dan da bahseden Ülker, bu isimlerle ilgili ilginç bilgiler verdi.
RÖNESANS'TAN AÇIK HAVA MÜZESİ ŞEHİRLERE
Ülker bir sonraki yazısında ise Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret etti ve buralar için "Floransa muktedir bir ailenin mirasını koruyan bu şehir bugün adeta bir açık hava müzesi, tıpkı Bologna, Pisa gibi…" diye yazdı.
FLORANSA'DA ÜNLÜ İŞ İNSANI RİCCİ'YE KONUK OLDU
Ülker, Floransa'da ünlü İtalyan iş insanı Ricci ile buluşmasından da bahsetti, "Ben bir yemek için veya sırf görmek için seyahat eden birisi değilim. Mutlaka bir sebebim olmalı ticari, ailevi, kültürel… İşte Floransa’ya da sayın Stefano Ricci’yi ziyarete gitmiştik; başarılı bir erkek giyim markası meydana getirmiş, saygın bir iş adamı ve mutlu bir aile reisi kendisi. Arkadaşlarla işini gezdik, evinde yattık, hobilerini öğrendik. İyi anlaştık, mutlu olduk." dedi.
VENEDİK'TE ATİLLA OPERASI
Ülker daha sonra Venedik'i gezerken şu tespitte bulunuyor: "Venedik’te hayat turistlere göre uyarlanmış ve herkes buna alışık görünüyor. Mesela operaya gittik. Verdi’nin Attila Operası, yerli var mıydı yoksa herkes mi turistti bilemedim. Ama tek dekorla tüm opera bitti. Zaten kadın baş aktris yani prima donna haricinde tüm oyuncular tek kostümle baştan sona oynadılar. Ben bir ara dalmışım, hayret onca gürültüye rağmen… Yine de deneyim gerçekten çok özeldi."
PİSA KULESİ TAHMİNİ VE 'İNŞAAT İŞİNİ BİLİYORUM' YORUMU
Ülker, Pisa'yı gezerken de Pisa Kulesi'yle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:
"Pisa Kulesi’ni ilk gördüğümde ilk olarak ne dikkatimi çekti, biliyor musunuz? Hani yamuk duruyor ya kule, ama niye yıkılmamış asırlardır? Çünkü kanaatimce kule inşa edilirken yan yatmaya başlamış ve muhtemelen inşaata ara verilmiş. Sonra stabil hale gelince bu sefer kulenin kalan kısmı ters eğimle inşa edilmiş. Böylece ağırlık merkezi yapının dahilinde kalmış. Ben böyle düşündüm. Sonra Chatgpt’ye sordum:
Pisa Kulesi’nin hem yamuk durmasının hem de hala yıkılmamış olmasının nedeni, mimari ve mühendislik hatalarının zamanla şans ve mühendislik çözümleriyle birleşmesinden kaynaklanıyor.
Pisa Kulesi 1173’te yapılmaya başlandığında temeli sadece 3 metre derine atılmıştı. Bölgenin zemini ise kil, kum ve deniz kabuklarıyla dolu yumuşak bir alüvyon tabakasıydı. Kule inşaatının üçüncü katına gelindiğinde zemin bir tarafı daha fazla çöktürdü ve kule eğilmeye başladı. İnşaat 200 yıldan fazla sürdüğü için yani savaşlar, ekonomik krizler vb. yüzünden, zemin zaman içinde oturdu; bu da tamamen devrilmesini o yıllarda engelledi. Denge merkezi hala taban içinde: Kule, 5,5° civarında eğik olsa da ağırlık merkezi hâlâ tabanın dışına taşmadı. Eğer taşsaydı yerçekimi onu devirecekti. Yüzyılın sonlarında mühendisler kuleyi kurtarmak için toprağın kontrollü şekilde çekilmesi, çelik halatlarla desteklenmesi ve zemin enjeksiyonu gibi yöntemler kullandılar. 1990–2001 yılları arasında yapılan çalışmalarla eğim 5,5°’den 3,97°’ye düşürüldü. 850 yıllık taş bloklar ve iyi işçilik, yapının bütünlüğünü koruyor.
Biraz bu inşaat işini biliyorum galiba."
Ülker daha sonra Bologna ve Brescia izlenimlerini de kaleme aldı.
PRESTİJLİ VE NOSTALJİK EFSANEVİ YARIŞ, MİLLE MİGLİA
Otomobil ve yarış tutkusu bilinen Murat Ülker, Mille Miglia yarışlarını da izledi. Ülker bu prestijli ünlü yarışla ilgili ise şunları yazdı: " Mille Miglia 1927-1957 yılları arasında gerçek bir hız yarışı olarak yapılmış. O dönemde Ferrari, Maserati, Alfa Romeo gibi markalar ve Tazio Nuvolari gibi ünlü pilotlar yarışta boy göstermişler. Fakat 1957 yılında Brescia yakınlarında yaşanan bir kazada sürücü ve seyircilerden hayatını kaybedenler olunca yarış durdurulmuş. 1977 yılından itibaren nostaljik bir “klasik otomobil rallisi” formatına dönüşmüş. Artık bir hız yarışı değil, bilakis zamana karşı düzenlenen bir dayanıklılığın önde geldiği prestijli bir yarış olmuş. Katılım ise davetle oluyor; araçların seçimi mühim, prestij markaları ve koleksiyoncuların araçları yarışa alınıyor.
Bugatti, Mercedes Benz, Ferrari gibi markaların tarihi modelleri podyumda yer alıyorlar. Bugüne kadar yarışı en fazla kazanan marka Alfa Romeo, 11 kez kazanmış. Aşağıda Mercedes Benz 300 SL’in ikonik Martı Kanat modeli var. Kapıları kuş kanadı şeklinde açılıyor.
Ferrari’nin kurucusu Enzo Ferrari, Mille Miglia’yı dünyanın en güzel yarış organizasyonu olarak tanımlamış. Modern Mille Miglia etkinlikleri, günümüzde lüks eşya sponsorlukları, moda etkinlikleri ve sosyal medya fenomenleriyle dolu. Mille Miglia artık sadece İtalyanlara ait değil; Japonya, ABD, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerden katılımcılarla yarış küresel bir klasik otomobil festivaline dönüşmüş durumda.
(…) Yazımın başında belirttiğim gibi yoldaşım Durgut Berberoğlu ile beraber yarış havasını aldık, öğreneceğimizi öğrendik, sefamızı sürdük; 2007 Model Alfa Romeo Breira cabriolet ile çevrenin keyfini çıkardık, güzeldi."
patronlardunyasi.com