İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, yıldızlı çöl gecesinde Çanakkale Şehitleri'ne adlı destanını gözyaşları içinde yazdı
İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale Zaferini çölde Teşkilat-ı Mahsusa adına görevliyken aldı. Gözyaşları içinde Çanakkale Şehitleri'ne adlı şiirini kaleme alıp, Türk milletine hediye etti.

Burak ARTUNER
Aralarına Mehmet Akif'in de olduğu çöl yolcuları, Bir-i Nasip istasyonundan doğuya doğru ilerlemeye başladılar. İlk varacakları büyük şehir, İbn-i Reşid'in merkezi olan Hail'di. Hail yolunda, Sultan Abdülhamit yönetimine karşı isyan ederken, o bölgedeki Bedevilerle iyi ilişkiler kuran Eşref Bey'in geldiğini duyan kabileler, toplanmaya başlamışlardı. Yaşlılar gençler, o günleri konuşuyorlar, Eşref Bey'in neden yeniden buralara geldiğini merak ediyorlardı.
Eşref Bey, kabilelere getirdiği çeşitli hediyeleri dağıttı. Kadınlara süslü gerdanlıklar, çocuklara renkli şekerler, erkeklere giyim kuşam. Hediyeler halkı oldukça mutlu etmişti. Mehmet Akif de halktaki bu mutluluğu gözleri yaşararak seyrediyordu.
Eşref Bey, çölde Şerif Hüseyin ve oğullarından kendi itibarlarını kıracak bir saldırı bekliyordu. Özellikle padişahın hediyelerinin korunmasına da büyük önem veriyordu. Gündüz sıcakta dinleniyorlar, geceleri yol alıyorlardı. Hail'e iki konaklık mesafede, kafilenin su tulumlarından birini dişleyen bir köpek yakalandı. Eşref Bey'e göre bu bir saldırının işaretiydi. Çünkü, fazı cinsinden olan bu köpekler, Bedevilerle beraber dolaşırlar, çölde bol olan tavşan ve ceylan avlarlardı. Onlardan birisinin bu kadar yakında olması, beraberindekilerin de yakında olması anlamına geliyordu.
EŞREF BEY'E "UÇAN ŞEYH" DİYORLARDI
Eşref Bey, kendilerine refakat eden Şeyh Müşeylih'i yanına çağırdı. Bir başka Arap'la birlikte ikisini iki tarafa gönderdi. Her ikisi de avazları çıktığı kadar bağırdılar: "Ey yakınımızda bulunan dost veya düşman. Bilesiniz ki hayır görmek istiyorsanız, geliniz. Şer adamları iseniz, emin olunuz ki hazırlıklıyız. Ateş halinde kurşun yağdıran silahlarımız, bunları kullanmasını bilen ve hedefleri şaşırmayan ellerdedir. Adını ve sanını duyduğunuz Uçan Şeyh komutanımızdır."

KALABALIK GRUP TAKİP EDİYORDU
Bu sözleri devamlı tekrarlarken, çölün derinliklerinden "Afiyet ve selamette olunuz" diye bir ses geldi. Heyet bundan sonra yola herhangi bir olaya karışmadan devam etti. Ancak o bölgede heyetin konakladığı yerin solunda kumluğun arkasındaki ayak izlerinden kalabalık bir grubun orada bulunduğu anlaşılmıştı.
Şam'dan çıktıktan 18 gün sonra Hail'e varmışlardı. Hükümet, o tarihlerde İbn-i Reşid'in hareketlerini denetleyebilmek için bir irtibat subayı bırakmıştı. Sakallı adıyla tanınan bu subay Süvari Binbaşısı Aziz Bey'di. Aziz Bey'e Hail' e geldiklerini bildiren Eşref Bey, güzel bir karşılama töreni düzenlenmesini söylemişti. Aziz Bey, heyet Hail' e yaklaştığında, Binbaşı Aziz Bey ile İbn-i Reşid'in seçkin süvarileri şehrin dışına doğru çıkmışlardı. Arap süvariler, heyetin çevresinde gösteriler yaptılar, ellerindeki mızrakları sağa sola fırlattılar. Daha sonra atlarından atlayıp ‘Hoş geldiniz sultan evlatları, kahraman Türkler, kıymetli dostlar’ diyerek heyettekileri kucakladılar.
Şehre vardıklarında bir süre dinlendiler. Ertesi gün bazı heyetler onları ziyaret etti. İkinci gün ise heyet, Emir Suud ve İbn-i Reşid'in ziyaretine gitti. Heyetin, emirin kasrına girişinde, silahşörler kılıçlarını çekip bir karşılama töreni yaptı.
ŞEYHE ALTIN VE HEDİYELER SUNULDU
Heyet adına heyetin en yaşlısı olan Şeyh Tunusi konuştu. Padişahın selamlarını İbn-i Reşid'e ileten Şeyh Tunusi, Türk ülkesi adına sevgi ve iyi dilekler getirdiğini söyledi. İbn-i Reşid de aynı şekilde karşılık verdi. Görüşmede ayetler ve Müslümanlığın kurtuluşuna dair hadisler okundu. Bu sırada heyet, padişah adına götürdüğü 15 bin altın, şahsına ait iki kılıç, beraberindekilere 15 kadar diğer kılıçlar, saatler, hançerler ve Yavuz Sultan Selim'in Topkapı'daki eyerinin benzeri teslim edildi.
Ertesi gün heyetin kaldığı yere emir, iade-i ziyarette bulundu. Emir de heyettekilere birer kılıç hediye etti. İbn-i Suud ile devamlı bir çekişme halinde bulunan irtibat subayı Aziz Bey aracılığıyla heyetle özel bir görüşme daha yapmak istedi. Emirin sarayındaki görüşmede İbn-i Reşid, İbn-i Suud'u büyük bir bozguna uğrattıklarını, ancak onun İngiliz yardımı aldığını söyleyerek:
"Biz geçmişten beri devlete bağlıyız. Ancak silahımız yok. O İngilizlerden gördüğü yardımla bize meydan okuyor. Osmanlı Devleti'nin her türlü ihtiyaca yetecek silah depolan, malzeme hazırlıkları var. Bana onbeş bin mavzer, on büyük sahra topu, yirmi beş cebel topu, elli mitralyöz veriniz. Ben de çöl de devletin her zaman güvenebileceği bir kudret ve kuvvete sahip olayım. Sonra biliyorsunuz ki bizim çevremizde gerekirse müdahale edeceğimiz olaylar meydana gelebilir."
Eşref Bey, Emir'in neyi kastettiğini anlamış, ancak bunu kendisine itiraf ettirmek için bir başka soru yöneltmişti:
"Emir hazretleri... Sizin civarınızda olan hazırlığın asıl gayesini elbette kavrıyoruz. Bu çabaları mülkünüz için İbn-i Suud'dan daha büyük tehlike olduğunu da kabul ediyor musunuz?"

İbn-i Reşid bu soruya, asıl niyeti anladığını göstermek istercesine, eliyle, Mekke yönünü göstererek;
"Ya bey... Tilki uzakta iken yakındaki sırtlanların sesi uykuyu kaçırır. Ama sırtlanı tehlikesiz hale getirebilirsen, tilki zaten sana erişemez. Ben her taraftan gelecek tehlikeye karşı kuvvetli olmak istiyorum ve beni tehdit edecek tehlike ile Osmanlı Devleti'ni tehdit edecek tehlikeyi birbirinden ayırmıyorum."
Eşref Bey ise İbn-i Reşid'e yakınlaşırken, İbn-i Suud'u da kırmak istemiyordu. Bunu da şu sözleriyle açıklamaya çalıştı:
"Emir Hazretleri... Asıl gayemiz bir Müslümanın diğerine zarar vermesini önlemektir. Size 'takdim ettiğimiz hediyeleri padişahımızın selamlarıyla Ibn-i Suud'a da takdim edeceğiz. Ona da aynı şeyi söyleyeceğiz. Sizlere silah, malzeme, hatta bunların nasıl kullanılacağını halkınıza öğretecek subaylar göndermeye hazırız. El birliği ile müşterek düşmana karşı cephe almamız gerekiyor. Bunları Ibn-i Suud'a da anlatacağım. Allah'ın uzattığı kardeşlik halkasını reddedenlere lanet olsun."
SADAKAT SÖZÜ VERDİ
İbn-i Reşid, bu sözler üzerine, irtibat subayı Aziz Bey'i göstererek " İşte sizin temsilciniz Aziz Bey şahittir. Ben de aynı fikirde olduğumu kendisine her zaman söylerim. Benim endişem, İbn-i Suud'un İngilizlerden gördüğü yardımla üzerimize saldırarak bizi savunmasız vurmasıydı. Ben devlete sadık kalacağım. Ne pahasına olursa, olsun ben bu sadakatten ayrılmayacağım. Allah karşımızdakilere de akıl versin..." dedi.

Osmanlı'da Danıştay üyesiyken Osmanlı'ya isyan eden Şerif Hüseyin.
İBNİ SUUD VE ŞERİF HÜSEYİN TEHDİDİ
O akşam, Aziz Bey Eşref Bey'i özel olarak ziyaret etmiş ve İbn-i Reşid'in sadakatini doğrulayarak, İbn-i Suud'un o günlerde merkezi olan Riyad şehrinde bulunmadığını, Basra kıyılarında olduğunu ve artık sarayında İngilizlerin eskisinden daha çok kudret sahibi olduklarını söylemişti. Bu haber Teşkilat-ı Mahsusa reisini gerçekten kederlendirmişti. Çünkü onun planı İbn-i Reşid ile İbn-i Suud'la beraber, isyan edeceğine emin olduğu Şerif Hüseyin'i arkadan vurmayı planlıyordu.
İbn-i Suud'un Riyad' da değil de Basra Körfezi sahilindeki El Hassa şehrinde olması, aynı bir dertti. Riyad, İbn-i Reşid'in merkezi olan Hail'e 15 gün uzaklıktaydı. El Hassa ise Riyad'a 20 gün mesafedeydi. Eşref Bey, kendilerinin yolda olduğunu bildiği halde İbn-i Suud'un Basra kıyılarına kadar uzaklaşmasının nedeninin işbirliğine yanaşmayacağının bir göstergesi olarak kabul etti. Öte yandan sam fırtınası bütün çölü allak bullak ediyordu. Hail'den Riyad'a doğru yola çıkan kervanlar perişan oluyordu. Eşref Bey'in yol arkadaşlarının çoğu yorgundu, özellikle Şeyh Tunusi de yaşı itibariyle bu yolculuğu kaldıramayabilirdi. Enver Paşa'nın yaveri Mümtaz Bey'in, gözleri ise kum fırtınası sırasında rahatsızlanmış, sağ gözü tamamen kapanmıştı. Bu gezi sonrasında Eşref Bey, onu Kudüs'te tanınmış bir Alman doktora götürmüş ve ameliyat ettirerek gözü kurtarmıştı. Bu nedenle Mehmet Akif'le birlikte Şeyh Tunusi ve Mümtaz Bey Hail'de kaldılar.
Eşref Bey, yanına aldığı 5 fedai ile Hail'den ayrılırken, çölü bilenler yola çıkmaması için kendisini uyardılar. Ancak bu zamana karşı bir yarıştı. Bu nedenle 1.5 ay orada beklemesini söyleyenlere rağmen, hareket emri verdi. Heyet hemen yola çıkacak ve İbn-i Reşid'in yerine vekil olarak bıraktığı Emir El Breyd'i görecekti. Breyd'in bulunduğu yer Hail'e 9 gün mesafedeydi.
Fırtınanın içine dalan Eşref Bey, on bir günde büyük zorluklara göğüs gererek Emir El Breyd'in karargahına ulaştı. Emir'e Ibn-i Suud'a iletmesi için padişahın gönderdiği hediyeleri bıraktı. Emir, padişahın hediyelerini kendi eliyle İbn-i Suud'a ileteceğine dair söz verdi. Ve Eşref Bey, 5 fedaisiyle birlikte yine çöl fırtınasının içine dalarak geri döndü.
Eşref Bey, Emir Breyd'in yanından dönünce arkadaşlarını alışmadıkları bir iklimin içinde yıpranmış buldu. Hemen hepsi bitkin vaziyetteydiler. Mehmet Akif, Eşref Bey'i bir köşeye çekmiş, "Azizim... Bizimkiler çok perişan. Hiçbirisi yakınmıyor, ancak birçoğunun burada ölmesinden korkuyorum. Onlar bize emanet, vatana yapacakları daha çok hizmet var" dedi. Eşref Bey de özellikle bu çetin yolculuğa özellikle heyetin en yaşlı üyesi Şeyh Tunusi'nin dayanamayacağını düşünüyor, heyeti bir an önce tedavi imkanlarının bulunabileceği Şam'a veya Beyrut'a götürmeyi düşünüyordu.

Birinci Dünya Savaşı'nda Arap isyan birlikleri
KUM FIRTINASINA DALDILAR
Zaman geçirmeden yola çıkıldı. Ancak heyet daha ilk konağa varmadan yolunu kaybetti. İnanılmaz bir çöl fırtınası vardı. Çöllere yabancı olmayan Eşref Bey bile böyle bir tabiat olayı görmediğini söylüyordu. İnanılmaz bir kasırga kum tepeciklerini kısa sürede başka yerlere taşıyabiliyordu. Günde en fazla 8 kilometre yol alabilen heyetin develeri kuma saplanıp kalıyordu. Suları da gitgide azalıyordu. Üçüncü konakta kum fırtınası sırasında Eşref Bey, heyeti bir kum gölgeliğinin altına sığındırdı. Ancak kısa sürede hepsinin üzerini kumlar kaplayınca, orada öleceklerini anlayan Eşref Bey yine yürüme emri verdi. Fakat nereye gittiklerini bilmiyorlardı.
KUŞLAR YOL GÖSTERDİ KURTULDULAR
Bu zor durumdan Eşref Bey'in "Allah'ın bir lütfu" dediği bir olayla kurtuldular: Yaklaşık 100 metre yüksekliğinde bir tepeye birbirlerine sarılarak çıktıklarında, pusulalarını çıkardılar. Hicaz demiryolu kuzeyden güneye iniyordu. Batıya gitmeleri halinde bu demiryolunu en kısa yerinden bulmuş olacaklarını düşünüyordu. Bu sırada Eşref Bey, kum hortumları arasında bir kuş kümesini fark etti. Bunlar çöl kuşlarıydı. Çok süratli uçan bu kuşlar susadıkları zaman tabii bir sezişle su kuyularını bulurlar ve bunların başlarına gelirlerdi. Kuşlar yine bir su kuyusu bulmuşlar, kafileye de yol göstermişlerdi. Kuşların olduğu yere ilerlerken, hepsi kurtulmanın mutluluğuyla birbirlerine sarılıyorlardı. Burada bir süre kaldıktan sonra yeniden yola koyuldular. Ancak Şeyh Tunusi artık yürüyemez olmuştu. Eşref Bey onu kendi devesine bindirdi.

Mehmet Akif Ersoy
MEHMET AKİF'İN BÜYÜK DİRENCİ
Hayatında ilk kez çöle gelen Mehmet Akif ise inanılmaz bir direnç gösteriyor. Eşref Bey, diğerlerini Mehmet Akif’ e emanet ettikten sonra yanına birkaç kişi alıp, pusulanın gösterdiği en yakın yer olan El Muazzama istasyonuna doğru hareket etti. Yolda bir başka kuyu vardı ve bu kuyu demiryolu ile Hail'in tam ortasında bulunuyordu. Binbir güçlükle buraya varabilen Eşref Bey, su kırbalarını doldurduktan sonra aynı süratle geri döndü. Geri döndüğünde Eşref Bey'i bir sürpriz bekliyordu. Heyetin tümü bir adım atamayacak halde yerlerde serili yatıyordu. Bir tek Mehmet Akif ayaktaydı.
Akif, su kırbalarının bir kısmını alarak bu sefer su doldurmaya kendisinin gideceğini söylüyordu. Akif hepsinin neden böyle yattığını şöyle açıklamıştı:
Gablan kuyusunda bomboş, kupkuru midelere kavrulmuş haldeki bağırsaklara birden aşını su içmekten bu hale düştüler.
Heyet bir süre sonra Hz. Muhammet'in İslamiyet'i yayma aşamasında Yahudilerin saldırılarını püskürtmek için yaptığı mücadelenin merkezi olan tarihi Teyme köyüne de uğradı. Teyme'de Arap yarımadasındaki en büyük su kuyularından Nüfud kuyusu bulunuyordu. Bu köyde bile Araplarla yakından ilgilenen ülkelerin temsilcilikleri bulunuyordu. Bu sırada Şeyh Tunusi'nin durumu pek iyi değildi. Eşref Bey'e, "Bu yorgun beden Mübarek Medine'ye varabilecek mi? O mukaddes topraklara kadar dayanabilsem ne mutluluk..." dedi. Mümtaz Bey'in tek gözü ise tamamen kapanmıştı. Heyet, su kuyusunda beklerken, Eşref Bey, yine devesine atlayıp bir buçuk günlük mesafede bulunan El Muazzam istasyonuna vardı. Eşref Bey, seyahatleri sırasında memlekette neler olduğunu bilmiyordu. Özellikle Çanakkale'yi çok merak ediyordu. Çanakkale konusunu Mehmet Akif'le sıkça tartışıyorlardı. Mehmet Akif, ona ne olacağını soruyor, ardından kendi sorusuna kendisi cevap veriyor ve "Hissim ve imanım bu Türk kalesinden aşılamayacaktır. İstanbul'un fethi Türk'e Allah'ın bir lütfudur. İstanbul Türk kalacaktır" diyordu.

Kuşçubaşı Eşref.
EL MUAZZAMA İSTASYONUNDA ÇANAKKALE HABERİ GELDİ
Adıyla tamamen çelişkili olan El Muazzam İstasyonu, bir istasyon memuru, bir odalık bir bekleme salonu bulunan küçücük bir yerdi. Eşref Bey, hemen istasyon memurunu buldu ve Medine Muhafızı Basri Paşa ile görüştü. Kendisi, arkada gelen heyeti de alması için yanındaki kılavuzu Reşid El Huteymi'yi Teyme'ye gönderdi. Biraz dinlenmek için istasyonun tek odasında başını bir ot minderine koyduğunda, istasyon memuru kendisini telgraf başına çağırdı. Harbiye Nezareti'nden kendisiyle görüşülmek istendiğini söyledi. Eşref Bey, hemen kalktı ve telgraf başına gitti. Karşısında Enver Paşa vardı. Şifreli konuşmalarda Enver Paşa, "Eşref Bey, iyi misiniz, nerelerde kaldınız. Arkadaşlar iyiler mi?" diye soruyordu. Bir süre sonra Enver Paşa, müjdeyi verdi: Düşman Çanakkale'yi geçemedi. Bu Eşref Bey'e çektiklerini unutturan bir haberdi. İçi içine sığmayan bir çocuk gibiydi. Bu Balkan Harbi'nden beri Türk'ün kırılan onurunun yeniden yerine gelmesi demekti. Eşref Bey, en çok da Mehmet Akif’in vereceği tepkiyi merak ediyordu. Çünkü Akif, aylardır adeta Çanakkale ile yatıyor Çanakkale ile kalkıyordu.
Ertesi gün öğle saatlerinde Mehmet Akif ve heyetin diğer üyeleri istasyona vardıklarında, Eşref Bey'in gözlerinden bir şeyler olduğunu anlamışlardı. Eşref Bey, tarihi müjdeyi Akif’e şöyle verdi:
Üstad, size hayatımın en büyük müjdesini vereceğim. Çanakkale'de muhteşem bir zafer kazandık. Sizin duanız kabul oldu. İstanbul kurtuldu.
GÖZYAŞLARINA BOĞULDU
Mehmet Akif, söylenenleri duymuyor gibiydi, hiçbir tepki veremedi. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez, Akif, birden Eşref Bey'in boynuna sarıldı ve sarsılarak ağlamaya başladı. Son derece duygusal bir insan olan Akif’in gerilen sinirleri boşanmıştı. Heyetin diğer üyeleri de havaya ateş açarak, birbirlerine sarılarak zaferi kutladılar. Bu arada heyetin Teyme'den aldığı iki keçi yavrusu kesildi.
Ve çölde güç günlerin şerefine akşam yemeğinde bunlar yenildi. Mehmet Akif o gece Eşref Bey'le birlikte sabahladı. Mehmet Akif, o gece tarihe geçecek o destanı, Çanakkale Şehitleri'ne şiirini yazmaya başladı. Akif, insanı büyüleyen bol yıldızlı çöl gecesinde Türk milletine en güzel hediyelerinden birisini verdi.

Çanakkale'de Mehmetçikler
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Heyetin İstanbul'a dönüşü olaysız olmuştu. Mehmet Akif, seyahat dönüşü evine çekildi. Ne kadar ısrar edilse de Enver Paşa ile görüşmedi. Nedeni ise bir sır olarak kaldı...
patronlardunyasi.com















