PD seyahat yazarı Kaan İncili, okuyucuları için bu kez Londra'nın tadına doyulmaz köşelerini yazdı
Bu sefer hikâyemiz sislerin, edebiyatın, kraliyet geleneklerinin ve çağdaş sanatın buluştuğu bir şehirde geçiyor. Londra… Kimine göre pahalı, kimine göre gri ama herkesin kabul edeceği bir gerçek var: Her sokakta başka bir hikâye, her köşede başka bir tat gizli. Hazırsanız İngiltere’nin başkentinde 3-4 günlük bir yolculuğa çıkıyoruz.

Gelin önce bir klasikle başlayalım: Thames Nehri kıyısında yürüyüş yapmadan Londra’da olduğunuzu hissedemezsiniz. London Eye’dan manzarayı izleyerek başlıyoruz. Karşımızda Westminster Sarayı, Big Ben ve biraz ileride Westminster Abbey. Kraliyet düğünlerinden, başbakan cenazelerine kadar her önemli anı barındırmış bu gotik yapı, tarihle arası iyi olanları fazlasıyla memnun edecek.
Yürüyerek Whitehall üzerinden Trafalgar Meydanı’na ulaşırken National Gallery’e uğrayın. Van Gogh’un Ayçiçekleri, Monet, Turner gibi ustaların eserleriyle göz göze gelmek için harika bir fırsat. Hemen meydanın arkasında yer alan Covent Garden ise sokak sanatçıları, butik dükkânlar ve güzel cafelerle dinlenmek için ideal.
Şehir içinde hızlı ulaşım için metroyu yani Tube’u kullanmak adettendir. Her biri farklı tasarıma sahip istasyonlar bile başlı başına birer sanat eseri gibi. Ama yürümek isterseniz özellikle Soho - Carnaby Street çevresi hem alışveriş hem de müzik tarihine dair keşifler için idealdir. Bir zamanlar Beatles’ın da uğrak yerlerindenmiş buralar.
Müzik dedik, devam edelim. Abbey Road Stüdyoları ve önündeki efsane geçit, Beatles hayranlarının hac noktası. Bir fotoğraf çekmeden dönmeyin derim. Camden Town ise punk kültürü, vintage dükkânlar ve sokak lezzetleri ile şehrin bambaşka bir yüzünü sunar. Gotik bir çay içmek isteyenlere bile yer var bu mahallede.
Ve geldik şehrin en seçkin bölgelerinden birine; Mayfair. Eğer lüks sizin için bir seyahat anlayışıysa, burası doğru adres. Bond Street üzerindeki butiklerde Chanel, Dior, Hermès gibi dünya markalarının zarif vitrinleri arasında yürümek başlı başına bir keyif. Ancak alışverişin ötesinde Mayfair aynı zamanda gastronomi anlamında da Londra’nın en güçlü kartvizitlerinden biri. Michelin yıldızlı restoranlardan özel üyelik gerektiren kulüplere, öğle yemeği için şık bir brasserie’den akşam yemeği için deneysel bir mutfağa kadar her şey bu sokaklarda.
İngiliz zarafetinin adeta yeniden tanımlandığı oteller (Claridge’s, The Connaught), modern sanat galerileri ve karakter sahibi barlarla dolu Mayfair’de bir gün geçirmek, Londra’nın nasıl bir dünya başkenti olduğunu her adımda size hatırlatacaktır.
Kültür meraklıları için British Museum ve Victoria & Albert Museum mutlaka listeye alınmalı. Parthenon’dan Mısır mumyalarına kadar uzanan koleksiyonlar zamanın nasıl geçtiğini unutturuyor. Daha çağdaş bir deneyim içinse Tate Modern’i öneririm; eski bir elektrik santralinden dönüştürülmüş bu müze sizi sanatla zorlayacak ama asla sıkmayacaktır.
Londra’da mimarî deyince, Big Ben’den sonra akla gelen ilk yapıdır Tower Bridge. Viktorya döneminin mühendislik harikasını temsil eden bu açılır-kapanır köprü, sadece bir ulaşım noktası değil, aynı zamanda şehrin simgelerindendir. 1894’te tamamlanan köprünün üst katında cam tabanlı yürüyüş yolu bulunur; buradan nehir trafiğini izlemek heyecan vericidir. Hemen yanı başında ise tarihin karanlık sayfalarına tanıklık etmiş Tower of London yer alır. Kraliyet mücevherlerinin sergilendiği bu kale kompleksi, geçmişin ihtişamı ve korkusu arasında kalmış bir yapı olarak ziyaretçileri büyüler.
Londra’da bir başka yüz daha var ki, o da pastel renkli evleri, pazar günleri kurulan ikinci el kitap & antika pazarları ve bir dönemin kült filmiyle hafızalara kazınmış Notting Hill. Hugh Grant ve Julia Roberts’ın o küçük kitabevinde başlayan hikâyesi, aslında bu mahallenin ruhunu da çok güzel anlatıyor. Şehir merkezinin koşuşturmasından uzak, dingin ama renkli, zamansız ama çok yaşanmış bir yer. Özellikle Portobello Road boyunca yürüyüp vintage dükkânlara göz atmak, ardından küçük bir cafede oturup insanlar arasında kaybolmak tam bir Londra ritüelidir.
Ve tabii ki kırmızı… Her Londra gezisinin hafızalarda en net kalan renklerinden biri. İkonik kırmızı telefon kulübeleri, artık sadece arama yapmak için değil, fotoğraf çektirmek için kullanılıyor desek yalan olmaz. Hemen hemen her turistin fon olarak kullandığı bu kulübeler, zamanın çok ötesinde bir nostalji sunuyor. Ve şehir içinde sürekli karşılaşacağınız kırmızı iki katlı otobüsler. Belki bir turistik otobüsle şehri gezmek cazip gelmeyebilir ama bir yerel hatla ikinci kata çıkıp ön sıraya oturarak şehirde dolaşmak paha biçilemez. Bu an, Londra’nın gerçek yüzüyle tanışma anıdır.
Alışveriş denince akla gelen Oxford Street, Regent Street ve tabi ki dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Harrods. Ancak ben size biraz daha yerel bir öneri sunayım: Borough Market. Yemek meraklıları için sokak lezzetleri, dünya mutfağından örnekler ve yerel üreticilerle dolu bu pazar tam bir cennet.
Yemek demişken, Londra mutfağı eskisi gibi değil. Geleneksel Fish & Chips hala bir klasik ama artık Michelin yıldızlı Hint mutfağından Japon füzyonuna kadar seçenek bol. Bir öğünü mutlaka bir pub’da geçirin, tercihen bir “Sunday Roast” eşliğinde.
Gece olduğunda ise farklı yüzünü gösterir Londra. South Bank’te bir tiyatro oyunu izleyebilir, Soho’da caz barlara dalabilir ya da Sky Garden’da şehre tepeden bakan bir içki ile günü noktalayabilirsiniz.
Ve son bir öneri: Eğer sanatla gecenizi taçlandırmak isterseniz, bir geceyi Royal Opera House ya da West End tiyatrolarından birinde mutlaka geçirin. Covent Garden’da yer alan Royal Opera House, hem mimarî hem de sahne sanatları açısından başlı başına bir deneyimdir. Göz kamaştırıcı salonunda bir opera ya da bale izlemek, Londra gecesini unutulmaz kılacaktır. Eğer daha enerjik ve modern bir deneyim arıyorsanız West End’deki bir müzikal – örneğin The Phantom of the Opera ya da Les Misérables – size tam anlamıyla görsel bir şölen sunacaktır. Unutmayın, Londra sadece tarih ve kraliyetle değil, sahneyle de büyüler.
Tatmadan Dönmeyin: Fish & Chips, Sunday Roast, Pimm’s Cup, Sticky Toffee Pudding
Görmeden Dönmeyin: Westminster, Tate Modern, Camden Town, British Museum
Ertelemeyeceğiniz tek hayaliniz, sizi farklı ufuklara götürecek yeni seyahatler olsun.
Sevgiyle kalın.
patronlardunyasi.com