İkinci Abdülhamid Selanik’e sürgüne gönderilirken, içinde mücevher ve para olan bavulu kimliği belirsiz bir kişi tarafından çalınmıştı
İkinci Abdülhamid, tahttan indirilip, mallarına ve paralarına el konulduktan sonra Selanik’e sürgün olarak gönderilirken, elindeki içi mücevher ve parayla dolu bavulu, çevresindeki bir kişi tarafından çalınmıştı. Bu olayı Abdülhamid yıllarca unutmamış, hırsızın bulunması için başvuruda bulunmuş, ancak bavulu kimin çaldığı bir sır olarak kalmıştı.

Burak ARTUNER
Osmanlı Devleti’ni 33 yıl boyunca yöneten 2. Abdülhamid, 1908’de İttihat ve Terakki’nin baskısına daha fazla dayanamayarak 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalmıştı. 2. Meşrutiyet’in ilk iki haftası tam bir karışıklık içinde geçti. İnkilâbı yapanlar, ortaya çıkıp, idareyi ele almaktan kaçındılar. Abdülhamid’i devirmek yolundaki girişimlerini hedefe götüremeyeceklerini, bunun için gerektiği şekilde hazır olmadıklarını anladılar. İttihat-ı Terakki’nin bu halini gören Abdülhamid cesaretlendi ve Kanuniesasi’nin yeniden yürürlüğe konmasını kabulde acele ettiğini düşünerek, millete verilen hakların bir kısmını hemen geri almak için adımlar attı. Gazeteler ve halkın buna tepkisi sert oldu. Taraflar bir ip üstündeki cambaz gibi iktidar savaşı vermeye başlarken, eski Sadrazam Kâmil Paşa’nın yeni hükümeti oluşturmasıyla Abdülhamid bu güce boyun eğmek zorunda kaldı.
Ancak bir süre sonra başlarında Derviş Vahdeti’nin bulunduğu bir grup , durumlarından şikayetçi olan alaylı subaylar ve askerleri de yanlarına alarak İstanbul’da 31 Mart 1325’te isyan başlattılar. Tarihe 31 Mart Ayaklanması olarak geçen bu isyanın günümüz takvimine göre tarihi 13 Nisan 1909’dur. İsyan, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Genç hükümet isyanın arkasında Abdülhamid’in bulunduğunu düşünüyordu. Bunun için Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için çalışmalara hız verildi.
Abdülhamid bir cuma selamlığından çıkıyor
26 Nisan’da Hareket Ordusu’nun padişahın oturduğu Yıldız Sarayı’nı kuşatmış kuvvetleri saraya girerken, Sadrazam Tevfik Paşa da Padişah ile görüşmek için saraya geldi. Padişah, Tevfik Paşa’ya memleketin durumundan büyük üzüntü duyduğundan bahsettikten sonra, “Ben saltanattan çekilmiş olacağım. Fakat bu otuz bir hadisesini bana yüklüyorlar, bunu hiçbir şekilde kabul edememem. Ve mesuliyetinin ve lekesinin benim üstümde kalmasına razı olamam. Bir komisyon mu yoksa Yüce Divan mı oluşturulur. Velhasıl ne suretle olursa olsun soruşturma açılsın. Bunu yapanlar ortaya çıkarılsın. Bu şartlarda ben tahttan feragat ederim” dedi.
Ertesi gün yani 27 Nisan’da Meclis-i Mebusan ile Ayan Meclisi, sabah sekizde Sultanahmet'teki meclis binasında olağanüstü olarak toplandı.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hemen alınacak bir fetvayla, Hareket Ordusu’nun koruması altında bulunan Veliaht Reşad Efendi’nin tahta oturtulması gerektiğini söyledi. Teklifin alkışlar eşliğinde kabul edilirken, 33 yıllık saltanat fiilen bittiği gibi hukuken de bitiyor ve yeni bir dönem başlıyordu. Bu sırada Ayan Meclisi’nden eski Zaptiye Nazırı Sami Paşa, ilginç bir teklifte bulundu. İstanbul’un fatinin Sultan Mehmed olduğunu hatırlattıktan sonra, İstanbul’un irtica ayaklanmasından kurtarılmasının da uğurlu bir fetih sayılabileceğini, bu nedenle yeni padişahın 5. Mehmed olarak tahta çıkmasını önerdi. Bu teklif de alkışlarla kabul edildikten sonra, “Yaşasın Sultan Mehmet Han-ı Hâmis” duası hep bir ağızdan söylendi.
Bir süre sonra Abdülhamid’e kararı bildirmek üzere bir Meclis heyeti saraya geldi. Bu heyette, Meclisi Ayan azasından ve Yaveran-ı şehriyariden Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa, Meclisi Ayan azasından Ermeni Katolik cemaatinden Aram efendi, Meclisi Mebusan azasından Draç mebusu Jandarma Livası Esat Paşa, Selanik mebusu Musevi cemaatinden Emanuel Karasu Efendi bulunuyordu. İstanbul'un asayişinden mesul Jandarma Miralayı Galip de bunlarla birlikte Padişah’ın bulunduğu salona girdi.
Heyetten Esat Paşa, “Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetvayı şerif var. Millet seni hal'etti. Ama hayatınız emindir” dedi. Padişah, bunun üzerine 31 Mart ayaklanmasını kastederek, “Bu işi ben yapmadım. Sebep olanları millet arasın bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi. Kaderim böyle imiş. Müsebbiplerini varsın millet bulsun. Yalnız bir ricam var. O da hayatımın Çırağan Sarayı’nda muhafaza edilmesidir. Ben orada hasta biraderimi bunca sene muhafaza ettim. Yarın çoluk çocuğumla beraber 'oraya giderim. Zaten ben yorulmuş idim. Hiçbir şey istemem ve hiç bir şeye karışmam. Milletten bunu rica ederim” dedi.
YENİ PADİŞAH TAHTA OTURDU
Heyettekiler Abdülhamid'in bu isteğinden Meclis’i haberdar edeceklerini söyleyerek gittiler. Abdülhamid, heyet ayrıldıktan sonra başkâtibine de, “Ben Çırağan Sarayı’nda ikamet etmeyi arzu ediyorum. Bunu şimdi gelen heyete de söyledim ve eşyalarımı da hazırlıyorum. Yarın sabah erkenden oraya naklederim. Son bir hizmet olmak üzere şimdi git, sadrazam Tevfik Paşa’yı gör. Bu işe bir karar versinler, cevabını bekliyorum” emrini verdi.
Aynı saatlerde bir başka heyet de Dolmabahçe Sarayı’na giderek Reşat efendiye padişah ilân edildiğini duyurmuştu. 5. Mehmet saraydan bir istimbotla Sirkeci'ye getirildi ve buradan araba ile Beyazıt'a götürüldü. Harbiye Nezaretinde resmi tahta çıkış töreni tertip edildi. 101 pare top atıldıktan sonra Tevfik Paşa kabinesinin bir süre daha görev başında kalması da kararlaştırıldı. Padişahın Çırağan Sarayı’nda kalma isteği ise kabul görmemiş, Ordu, kendisini Selânik’e götürme kararı almıştı.
Akşama doğru, Hareket Ordusunun ilk kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa, Miralay Galip Bey ve kurmay binbaşı Alî Fethi Bey Yıldız'a geldiler ve Abdülhamid’e Selanik’e götürüleceğini söylediler. Devrik padişah Çırağan'da kalmak için direndi, başkâtibini yanına gönderdiği Miralay Galip Bey, Abdülhamid'in de duyacağı bir sesle, “Koskoca şanlı bir ordu sizin hayatınızı temin ediyor. Bu konudaki karar kesindir. Askerin kararı böyledir. Sizin hayat ve rahatınızı ordu temin etmiştir. Bundan büyük bir teminat vermek ve bu karardan geri dönmek mümkün değildir. Fakat bu teminatı İstanbul'da kalırsanız veremiyoruz. Mesuliyet kabul edemeyiz” diye kesin bir ret cevabı verdi. Yüzlerce asker Harem kapısı önünde toplanmış beklerken subaylar, biraz da Abdülhamid’e korku salmak için Ali Cevat Bey’e: “Asker fevkalâde rahatsız bir halde, bunların zaptı mümkün olmayabilir. Biz hiçbir mesuliyet kabul etmeyiz” dediler. Başkâtip Ali Cevat Bey, perişan halde Abdülhamid'in yanına döndü ve “Velinimetim efendim, bizi burada bırakmayacaklar. Bunun ihtimalini göremiyorum. Allah göstermesin, eğer bunların bir suiniyetleri var ise, sizi Selânik'e götürmeye ne hacet. Burada şimdi icra edebilirler. Bilemem ama eğer ısrar edilecek olursa iyi bir netice vermeyecek zannediyorum. Çünkü mesuliyeti üzerinden atmış olmak için askeri zabt edemedik diyecekler” dedi.
PADİŞAHIN SERVETİ ÜZERİNE PAZARLIKLAR
O gece Hareket Ordusu komutanlarından Ferik Hüsnü Paşa da maiyetinde bir kısım subaylar bulunduğu halde Yıldız Sarayı’na gelerek hükümdara özel trenle Selanik’e gönderileceğini söyledi. Abdülhamid yine hayatı hakkındaki endişesini dile getirince, Hüsnü Paşa, hayatının emniyette olup hiçbir suretle tecavüz ve taarruza hedef olmayacağını 2. ve 3. Orduların hayatını korumak korusunda teminatta bulunduğunu ve Selanik’te ikamet edeceği garantisini verdi.
Hüsnü Paşa, Padişah’a, “Eğer tereddüt ediyorsanız, birlikte arabaya binelim, elinize bir silah vereyim, bir tecavüz olursa beni öldürün” dedikten sonra “Vallahi ve Billahi ve Tallahi” diye yemin etti. Hüsnü Paşa, Abdülhamid'i ikna etmek için Kuran’ı Kerim-i getirip ona da el basarak yemin etmek istediğini söyledi, ancak Padişah, “Gerek yok” diyerek bunu istemedi.
Bunun üzerine pahada ağır bazı eşya ile mücevheratını alan Abdülhamid, bir kısım maiyeti ve kadınlarıyla ve özel bir trenle Selanik’e götürüldü.
Abdülhamid'in Selanik'e gönderilmesinden hemen sonra serveti ile ilgili bir pazarlık başladı. Hükümet, bu servetin hazineye devri hususunda karar aldı ve bunun için süratle teşebbüslere girişti.
Bilinen, Abdülhamid'in “şahsi serveti” olarak bazı Avrupa bankalarında altın ve tahvilatları bulunduğuydu. Yalnız bu paraların alınabilmesi için Abdülhamid’in imzasına gerek vardı. Bu sebeple, bankalara hitaben yazılan mektuplar, İstanbul'dan III. Ordu Kumandan Vekili Ferik Mehmet Hamdi Paşa’ya gönderildi. O da bunları, Abdülhamid'in şahsi muhafızı Kurmay Binbaşı Ali Fethi (Okyar) Bey’e yolladı.
Abdülhamid mektupları okuduktan sonra, “şahsi serveti”nin bu şekilde elinden çıkmasına karşı bazı tekliflerde bulundu ve Ali Fethi Bey’den bir taahhütname istedi. Devrik Padişah’ın teklifleri şöyleydi:
“Oturmakta olduğu Alatini Köşkü’nün ya hükümet hesabına veya bankalardan alınacak parasına karşılık kendi hesabına satın alınması, evlat ve geçindirmek zorunda olduğu kimselerin refah içinde yaşamaları için gerekecek maaşlarının karşılanması, kendisi gibi dışarı çıkmalarına izin verilmeyen maiyetindeki insanlara şahsi hürriyetlerinin verilmesi, kendisine huzur ve refah içinde yaşaması için yeterli tahsisatın verilmesi, hayatının emniyet ve kefalet altına alınması.”
Abdülhamid'in Selanik'te sürgüne yollandığı Alatini Köşkü
Ali Fethi Bey, Abdülhamid'in istediği taahhütnameyi mektubun kendisine ulaştığı 16 Mayıs’tan bir gün sonra yani 17 Mayıs’ta kendisine verdi.
Abdülhamid’in Osmanlı Bankası’ndaki nakit 13 bin 700 küsur Osmanlı altını, Deutsche Bank'ta 14 çanta içinde 16 bin 493 Anadolu Şimendifer tahvili, 98 bin “Bonne de Jouis-sance”, 3 bin Selanik limanı his-se senedi; Krediliyone'de de 52 bin 443 Osmanlı altınından oluşuyordu. Ancak Abdülhamid istenen imzaları hemen vermek istemeyerek, Ali Fethi Bey’in taahhütnamesini yeterli bulmadığını bildirdi. 5 Temmuz’da “Devlet, Millet, Mebusan ve Askere hitaben arzuhalimdir” başlıklı bir dilekçe hazırlayarak, bunu Mahmut Şevket Paşa’ya göndererek yeni garantiler istedi.
Ayrıca dilekçede, yıllar boyu takip ettiği siyaseti savunduktan başka Çırağan Sarayı’nda hapsettirdiği kardeşi Sultan Murat'a iyi baktığını anlatıp, kendisine de yardımlarda bulunulmasını talep etti. Devrik Padişah’ın, ölüm korkusundan belirgin izler de taşıyan dilekçesinin önemli noktaları şöyleydi:
“İyi ve kötü, fakat iyi niyetle 34 yıl vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislâm efendi vasıtasıyla ettiğim yemine aykırı hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde nüfuzumu kullanmadım. İstanbul'daki asker hadisesinde vallahi bilgim yoktur. İste buralarını yeminle temin ederim. Biraderim merhum Sultan Murat hazretleri 26 yıl daha yaşayıp yanında birçok harem ağaları ve merhum Hayrettin Paşa’ya hizmet etmiş olan Server Ağa ve lüzumu kadar hizmetçi vesaire bulunduruldu. Hazine-i Hassa (hususî hazine) ve mutfaktan her türlü yiyecek ve içecek ve diğer eşyalar kendileri için temin edildi ve istirahatleri için her türlü vasıtalar tedarik edildi. Rus askeri, henüz Ayastafanos’ta bulunduğu bir sırada Ali Suavi Vak'ası meydana gelmesiyle adı geçen zatı hemen yanıma alıp ortalığın sakinleşmesiyle oturdukları yere gönderip ölünceye kadar emniyet içinde muhafaza edilmelerinde ne derece gayret ve dikkat edildiği ve ailelerinin, ailemin geçimi ile müsavi bir şekilde faydalandığı ve hasta ve vücutça malûl oldukları halde bunca müddet her türlü arzusunu yerine getirmek suretiyle yaşadıkları meydanda ve son olarak ölümlerinin ne yolda olduğu dahi hususi doktoru Rıza Paşa’nın raporuyla aşikardır.
Ölümlerinden sonra aileleri ferilerine kendi çocuklarım gibi bakarak huzur ve rahatlarının temini hususunda zerre kadar ihmal vuku bulmadı. Hatta adı geçen zatın (Sultan Murat) hanımı, başkadınefendinin, idareci ve dindar olup adı geçen Server Ağa vasıtasıyla ailemle beraber maaş aldıkça memnuniyetini bildiren teşekkür mektupları hâlâ saraydaki evrakım arasında mevcuttur. Oğulları Selahattin efendinin, aleyhimde bulunacağına inanmam, yalnız bir isnattan ibarettir.”
Sultan Abdülhamid iktidarının son zamanında L'ıllustration dergisinin kapağında
Abdülhamid, Sultan Murat ile ailesine çok iyi baktığı hususundaki iddialarını böylece sıraladıktan sonra kendi halinden bahsediyordu:
“Bulunduğum felaketli hal şu şekilde hülâsa olunur: Ailemin ve çocuklarımın çokluğundan İstanbul'da bulunan çocuklarımdan Nurettin efendi kendi annesiyle diğer ihtiyar kadınlardan meydana gelmiş bir aile efradı bugün bir lokma ekmeğe muhtaç bir haldedir. Maaşım şimdilik burayı idare etmeye yetiyorsa da İstan-bul'dakilere yardım edecek ve onları besleyecek bir derecede değildir. Bununla beraber zaruret sebeplerinin ortadan kaldırılmasını devlet ve milletin nazarı dikkate alacağına emininim. Çünkü servet ve eşyam raptedildi. Perişan ve merhamete lâyık bir haldeyim.”
Abdülhamid, mektubuna şöyle devam ediyordu: “Basit teferruattan yegâne maksat şunlardır: İlk önce: Kendimin, ailemin ve çocuklarımın hayatını her türlü taarruz ve tecavüzden korunacağı hakkında evvelce verilen vaadler ve taahhütler, Ayan, mebusan, devlet ve asker tarafından teminat ve karar altına alınsın. Bu karar da açık ibare ile resmi şekilde yazı ile bildirilsin. İkinci olarak: ikamet etmekte olduğum Alatini köşkü namıma satın alınarak hayatım boyunca oturmak üzere tahsis olunsun. Üçüncü olarak: Hizmetimde bulunanların şahsi hürriyetlerinin verilmesi çaresine bakılsın. İşte temennilerim bu üç şeyden ibarettir. Çünkü hayatta emniyetsizlik, insan için her an bir ölümdür. Hayat ise mukaddestir. Hayattan emin olmamak gibi felâket olmaz. Bundan dolayı zikredilen üç şart yerine getirildiği takdirde her ne şekilde arzu eder ve kimin huzurunda icabederse bankadaki alacağımın teslimine dair olan evrakın takrir ve imzasına hazırım. Servetimin asker için muhafaza edildiğini aynı hakikat olmak üzere beyan edebilirim. Mevcut servetimin, keşke daha çok olsaydı hepsini askere vermeye muvafakat şerefine nâiliyet temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenabı Hakka yemin ederim ki bu fâni dünyada yegâne maksadım, yalnız devlet ve millete duacı olarak emniyetle, sayılı nefeslerimin, bulunduğum mevkide ta-mamlanmasıdır. Katiyen başka fikrim yoktur. Arzu olunacak şekilde teminat vermeye hazırım. Bundan dolayı bu dilekçemin Millet Meclisi’nde okunmasıyla bu büyük millet ve meşrutiyet devletinin meydanda olan haşmet ve âtıfetine nisbetle ehemmiyetsiz olan bu dileklerin kabulünü rica ederim.”
“HAYATINA OSMANLI ORDUSU KEFİLDİR”
Abdülhamid'in dilekçesine çok sinirlenen Mahmud Şevket Paşa, bununla ilgili olarak 8 Temmuz'da III. Ordu kumandanlığına bir şifre telgraf çektirdi. Hareket Ordusu kumandanı özetle şöyle dedi:
“Geçenlerde sabık padişah, parasını (2. ve 3. Ordulara devretmeyi ve ordunun şeref ve namusuna iltica eylemeyi kabul etmişti. Şimdi ise başka şartlar ileri sürerek bahaneler arıyor. Onun hayatına Osmanlı ordusu kefildir. Ordunun bu kefaleti var iken “büyük kuvve-i teşriiyeden ibaret olan Meclis-i Ayan ve Mebusanın” kefaleti talep olunuyor ve “kendilerinin Osmanlı ordusunun muhafazasında bulundukları” hatırlanmıyor. Osmanlı ordusu hayatlarına kefil iken başka taahhüd talebinde bulunmasının ordunun namus ve şeref-i askerisini zedeleyeceği ve “her sene değişmekte olan Meclis-i Ayan ve Mebusan reisleri tarafından bu bapta verilecek” taahhüt belgesinin hakiki bir kıymet ve ehemmiyeti olmayacağı hatırdan çıkarılıyor. Bu halin, ordu zabitanınca duyulduğu takdirde husule getireceği kötü tesirlerin dereceleri takdir olunmalıdır. Burası da ol veçhile bilinmelidir ki, kendilerinin vefatı halinde bankalar mevduatının hükümetçe elde edilmesi kolay olacaktır.”
Yani Mahmud Şevket Paşa, Padişah’ı ölümle tehdit ediyordu.
Zonaro'nun Mahmud Şevket Paşa tablosu
SERVETİNİ ORDULARA BIRAKTI
Mahmut Şevket Paşa bu telgrafının Abdülhamid'e okunmasını istedi ve Almanya'dan gelen banka memurlarının uzun zamandır beklediklerini, daha fazla bekleyemeyeceklerini de ekleyerek düşük padişahtan katî cevap alınmasını emretti. Fakat bu tehdit dolu telgraf gönderildikten bir gün sonra Hareket Ordusu kumandanlığı, III. Ordu kumandanlığına, bu defa tehditleri bir yana bırakarak, yeni bir şifre yollayarak ve böylece Abdülhamid'i tatmin etmek lüzumunu hissetti.
Bunda da şöyle denilmişti: “Hakan-ı Sabık tarafından Meclisi Mebusan ile orduya hitaben yazılıp posta ile gönderilen arzuhalin göz önüne alınacağı ve ölene dek hayatının ordunun kefaletinde taht-ı temine alınacağı ve ömrü boyunca Selanik'te bırakılıp İstanbul'a nakledilmeyeceği beyan ve ikametleri için Alatini köşkünün onun adına satın alınması kararlaştırıldığından bu kerre Deutsche Bank'tan alınacak paradan satın alma muamelesinin tamamlanması rica olunur.”
Bundan sonra Abdülhamid ısrar etmedi. 17 Temmuz tarihi ile ve kendi el yazısı ile verdiği bir yazıda “kendisini hal ve fakat hayatını tekeffül eden III. ve II. Orduların fevkalâde masraflarına sarf edilmek üzere” servetini bu ordulara bıraktığını beyan etti.
İstanbul gazetelerinde 1 Haziran’da çıkan bir haberde padişahın nakit servetinin bir milyon seksen bin Türk lirası olduğu yazıldı.
Yıldız sarayında yapılan aramalar sırasında Abdülhamid ile kadınlarına ait bir miktar mücevherata da el kondu. Bunlar daha sonra Fransa'da satışa sunuldu.
ELİNDEKİ İÇİ MÜCEVHER VE PARA DOLU ÇANTAYI KİM ALDI?
Abdülhamid, 27 Nisan gecesi Selânik'e giderken mücevherlerinin bir kısmını yanında götürüyordu. Yalnız o gece saraydan çıkılıp arabaya binileceği sırada yanındaki kadın efendilerden birisinin elindeki mücevher, para ve senet dolu bavul telâş esnasında kaybolur. Abdülhamid bu bavulu yıllarca unutmadı. 1911 yılında Sultan Reşat, Rumeli gezisi sırasında Selanik'te iken Mabeyn kâtiplerinden Halit Ziya (Uşaklıgil) Bey’i hatır sormak için Alatini köşküne yollar.
Abdülhamid ona der ki: “Biz Yıldız'dan çıkarken benimle beraber buraya gelen kadın efendinin bir çantası vardı. Bu çantanın içinde mücevherler, nakit para ve esham vardı. Mecmuu mühim bir miktara baliğ olan kıymetli şeyler... O gece kargaşalık içinde arabaya binerken kadın efendi bu çantayı orada hazır bulunanlardan birine bırakmış, hemen alınmak üzere... Fakat telâşla çanta geri alınmadan arabalar yola düzülmüş ve çanta o adamda kalmış. Onu almış olan kimdi? Çantadakiler ne oldu? O zamandan bugüne kadar yapılan müracaatlardan ve teşebbüslerden bir netice alınamadı. Tahkikat daha ziyade derinleştirilirse belki bir netice hasıl olur. Çantanın bu suretle kayba uğraması çok üzülünecek bir hadisedir.”
Halit Ziya Bey “Saray ve Ötesi” adlı eserinin 254 ve 255. sayfalarında bu konuşmayı naklettikten sonra şunu ekler:
“Bu çanta hikâyesi herkesçe malumdu. Uzun uzun bütün zihinleri işgal eden bu mesele bugün hâlâ bir muamma olmaktan kurtulamamıştır. Çantayı kim aldı ise onu ne yaptı? Bu da kendisinin bileceği bir iştir, elbette...”
patronlardunyasi.com