Gündem


Giresun Üniversitesi'nin emekli binbaşı Rektörü Prof. Dr. Osman Metin Öztürk'ün 2005 tarihinde İstanbul Beylikdüzü'ndeki Beko Elektronik A.Ş.'nin deposunda çıkan yangına ilginç değerlendirmesi ortaya çıktı.  
 
Öztürk, kişisel web sitesindeki yazısında Rahmi Koç'un Kıbrıs ile ilgili açıklamalarına dikkat çekerek "Koç, üstüne vazife olmayan işlere burnunu soktukça, bu tür olaylar ile daha çok karşılaşmayı beklemelidir diye düşünüyorum... Sadece Koçlar mı, giderek başkalarına da sıra gelecek..." diyerek diğer işadamlarına göndermede bulunuyor.

Terör örgütü Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan emekli Tuğgeneral Veli Küçük'e, 'Her zaman emrinize amadeyim' demesiyle gündeme gelen Öztürk, Beko'da çıkan yangını 15 Şubat 2005'te şöyle değerlendiriyor: "Bu ülkenin imkânlarıyla dünyanın sayılı şirketleri arasına gir, ondan sonra da kalk Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yok sayan uluslararası (üstü) sermayenin emrine gir! Yedirmezler... Koç, üstüne vazife olmayan işlere burnunu soktukça, bu tür olaylar ile daha çok karşılaşmayı beklemelidir diye düşünüyorum... Sadece Koçlar mı, giderek başkalarına da sıra gelecek..."

Rahmi Koç için "Üstüne vazife olmayan işlere burnunu soktukça, bu tür olaylar ile daha çok karşılaşmayı beklemelidir diye düşünüyorum..." diye yazan Öztürk, "Sadece Koçlar mı, giderek başkalarına da sıra gelecek... Ayrılıkçı Kürt hareketini ve PKK/Kongra-Gel terör örgütünü besleyen Kürt işadamaları ile aynı yolun yolcusu diğerleri de bu tür olaylar ile karşılaşabilirler diye aklıma geliyor." diyor.

Öztürk'ün yazısı şöyle devam ediyor: "İstanbul'da, Koç'a ait Beko Fabrikası'nda yangın çıktı. Ciddi bir ekonomik zarar meydana geldi. Sonraki günlerde, bunun PKK/Kongra-Gel terör örgütü tarafından yapıldığı gazetelerde haber olarak yer aldı. Ben buna inanmadım!... Niye? Rahmi Koç'un Kıbrıs konusundaki son açıklamaları, kabul edilir açıklamalar niteliğinde değildi. Kendi şirketlerinden elini-eteğini çekip tekne ile dünya turuna çıkan Rahmi Koç, durup dururken kendisini ilgilendirmeyen (Emekliye ayrılmadığına işaret eden!) işlere karışmaya başlıyor. Üstelik bu işler, üstüne vazife olmayan işler... Aynı şeyi geçmişte merhum Sakıp Sabancı da yapmıştı. Ancak o zaman, Sabancı'ya dur diyecek bir siyaset adamı vardı: Merhum Alparslan Türkeş. 'Çizmeyi aşma!!' demişti. Koçlar ile ilgili olarak sadece Kıbrıs konusunda değil, başka konularda da soru işaretleri var. Ve bu işaretler her gün biraz daha yoğunlaşıp netlik kazanmaya başlıyor. Türkiye'nin ülke ve ulus bütünlüğünü görmezden gelen bu yaklaşım ile Beko Fabrikası'nın yanması arasında ilişki kurmamak elde değil. Bu ülkenin imkânlarıyla dünyanın sayılı şirketleri arasına gir, ondan sonra da kalk Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yok sayan uluslararası (üstü) sermayenin emrine gir! Yedirmezler... Koç, üstüne vazife olmayan işlere burnunu soktukça, bu tür olaylar ile daha çok karşılaşmayı beklemelidir diye düşünüyorum... Sadece Koçlar mı, giderek başkalarına da sıra gelecek... Ayrılıkçı Kürt hareketini ve PKK/Kongra-Gel terör örgütünü besleyen Kürt işadamaları ile, aynı yolun yolcusu diğerleri de, bu tür olaylar ile karşılaşabilirler diye aklıma geliyor."

İŞTE O YAZI

BAZI TESPİTLER VE SORULAR

Sayı 22

15 Şubat 2005

1. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Büyükanıt'ın, 25 Şubat 2005 günü medyaya yanıysan “çözüm olmadan Kıbrıs'tan tek bir asker çekilmeyeceği” yolundaki açıklamasının zamanlaması oldukça ilginçtir. Açıklama, Başbakan Erdoğan'ın Kıbrıs konusunu görüşmek üzere, Davos'a gideceği günde yapılıyor. Papadopulos'un Atina'yı ziyareti ile eş zamanlı olarak yapılıyor. Belli ki, Davos'un ana gündem maddelerinden biri de Kıbrıs'tır.

  Kara Kuvvetleri Komutanının (zamanlaması ilginç) bu açıklaması, iyi düşünülür ise, aslında Türk tarafının Davos'ta fazla taviz vermesini önlemeye yönelik bir açıklamadır. Başbakan'ın pazarlık gücünü artırma amacına yöneliktir. Bu açıdan bakıldığında, askerlerin diplomasiyi mevcut siyasal iktidardan daha iyi bildiğine işaret eder. Ve bir yönüyle de, basında yazılanın aksine, askerlerin siyasileri rest çekmediği anlamına gelir. Ancak aynı olayı, siyasal iktidarın Davos'ta Türkiye Cumhuriyeti Devletini bağlayacak, kabul edilemez adımları atmasını önleme amacına yönelik olarak görmek de mümkündür. Böyle bir ihtimal, daha doğmadan, bu açıklama ile önlenmek istenmiş olabilir. Bütün bunlar, olayın sadece bir yönünü teşkil eder. Ancak, olayın içe dönük başka yönleri olabileceği de akla gelmiyor değil. Bunlara, değinmeyeceğim… Gerek görmüyorum. 26 Ocak 2005

 2. İstanbul'da, Koç'a ait Beko Fabrikasında yangın çıktı. Ciddi bir ekonomik zarar meydana geldi. Sonraki günlerde, bunun PKK/Kongra-Gel terör örgütü tarafından yapıldığı gazetelerde haber olarak yer aldı.

  Ben buna inanmadım!...

  Niye?

  Rahmi Koç'un Kıbrıs konusundaki son açıklamaları, kabul edilir açıklamalar niteliğinde değildi. Kendi şirketlerinden elini-eteğini çekip tekne ile dünya turuna çıkan Rahmi Koç, durup dururken kendisini ilgilendirmeyen (emekliye ayrılmadığına işaret eden!) işlere karışmaya başlıyor. Üstelik bu işler, üstüne vazife olmayan işler… Aynı şeyi geçmişti merhum Sakıp Sabancı da yapmıştı. Ancak o zaman, Sabancı'ya dur diyecek bir siyaset adamı vardı: merhum Alparslan Türkeş. “Çizmeyi aşma” demişti.

Koçlar ile ilgili olarak sadece Kıbrıs konusunda değil, başka konularda da soru işaretleri var. Ve bu işaretler her gün biraz daha yoğunlaşıp netlik kazanmaya başlıyor. Türkiye'nin ülke ve ulus bütünlüğünü görmezden gelen bu yaklaşım ile Beko Fabrikasının yanması arasında ilişki kurmamak elde değil.

Bu ülkenin imkanlarıyla dünyanın sayılı şirketleri arasında gir, ondan sonra da kalk Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yok varsayan uluslararası (üstü) sermayenin emrine gir! Yedirmezler…

Koç, üstüne vazife olmayan işlere burnunu soktukça, bu tür olaylar ile daha çok karşılaşmayı beklemelidir diye düşünüyorum…

Sadece Koçlar mı, giderek başkalarına da sıra gelecek… Ayrılıkçı Kürt hareketini ve PKK/Kongra-Gel terör örgütünü besleyen Kürt iş adamaları ile, aynı yolun yolcusu diğerleri de, bu tür olaylar ile karşılaşabilirler diye aklıma geliyor. 28 Ocak 2005

3. ABD ile Türkiye'nin karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz ise, Türkiye, ABD'yi nasıl dengeleyebilir? Böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olmak gerekir. Bu bağlamda, Türkiye-AB ilişkileri, siyasal iktidardan bağımsız olarak ve farklı bir mecrada ivme kazanabilir mi? Eğer çıkar uluslar arası politikanın temel belirleyicisi ise, bu ve benzeri alt3rnatifler üzerinde durmak gerekir. Uluslar arası politikanın dümenini İkinci Dünya Savaşında Avrupa üzerinden ele geçiren ABD'nin, yine Avrupa üzerinden bu konumunu kaybetmesi mümkündür. Burada önemli olan, Türkiye'nin taraf olurken yararlarını nasıl maksimize edebileceğidir.

 Bu bağlamda, akla, 1945'teki Sovyet istekleri geliyor. Bu istekler karşısında önce Avrupa'ya, sonra da Avrupa ile birlikte ABD'ye yöneliş… Şimdi de ABD'den açıkça benzeri talepler gelse acaba Türkiye ne yapar? Bu kez de Moskova'ya mı yanaşır? Veya AB'ye mi yönelir? Böyle bir yönelişte, 1945'ten bu yana edinilen deneyimlerin dikkate alınması gerekmez mi? Daha doğru bir ifade ile, 1945'ten bu yana elde edilen deneyimlere bakarak, bir tarafa yaslanmak yerine kendi öz gücümüze güvenemez miyiz? Türkiye, yeni bir bölgesel örgütlenmeyi organize edemez mi?

Hep birlikte üzerinde çalışmaya değer konular… 4 Şubat 2005

4. İkiz Sözleşmelerin TBMM'den geçmesi sırasında yapılan konuşmalara dair zabıtlara bakılınca, özellikle emekli büyükelçi ve şimdi milletvekili olan Şükrü Elekdağ'ın CHP adına yaptığı konuşmalara bakınca, insanın aklına her şey geliyor. CHP'nin içler acısı durumu…, dışişleri bürokrasisinden gelen deneyimli bir diplomata yakışmayan ve gerçeklerle bağdaşmayan yorum ve değerlendirmeler… Bu muhalefet ile siyasal iktidarın denetim altında tutulması mümkün değildir. Parlamentoda iktidarın muhalefet partisi içinde uzantıları olduğu intibaını elde etmemek mümkün değil… 4 Şubat 2005

5. Geçtiğimiz Ocak ayının son günlerinde, Nazi döneminde toplama kamplarında soykırıma tabi tutulan Yahudileri anma törenleri yapıldı. Bu törenler sırasında yapılan açıklamalar dikkat çekici bulunmuştur…

İsrail Başbakanı Şaron, parlamentoda yaptığı konuşmasında, dünyayı, Yahudi katliamı olurken kılını kıpırdatmamakla suçladı… İsrail'in Berlin Büyükelçisi Şimon Stein ise, Almanların demokrasi sınavının henüz bitmediğini belirtti. Büyükelçi, demokrasilerin refaha bağlı olduğunu ve refahın kaybolması ile neler olabileceğine bakmak gerektiğini söyledi.

 Bu anma törenlerinin, açığa vurulmasa da, her yıl biraz daha fazla Alman kamuoyunda rahatsızlık konusu olduğunu varsaymak gerekir.

 Bu kutlamalarda dikkat çeken yanlardan biri, bir isyan ve sitem gibi görülse de, aynı zamanda dünyaya meydan okuyuş ve dünyadan hesap sorma eğilimidir. İkincisi ve asıl önemlisi ise, İsrail'in Almanya'ya yönelik örtülü politikası konusunda bazı işaretlerin algılanmış olmasıdır. Büyükelçinin açıklamalarından hareketle, İsrail'in Almanya'nın refah kaybına uğramasını amaçladığı sonucuna ulaşmak mümkündür. Almanya, güçlü ve büyük bir ülke olmaktan çıkacak, zayıf ve güçsüz bir ülke haline gelecek, işte o zaman Almanların İkinci Dünya savaşı sırasında yaptıklarından pişman olup olmadıkları anlaşılacaktır…

Büyükelçinin açıklamasına göre, Almanya'nın gerçekten pişmanlık duyup duymadığının ölçüsü, refah kaybına uğramasıdır. Eğer Almanya, refah kaybına uğradığı zaman da aynı pişmanlığı sergilerse, bu Almanya'nın samimi olduğu anlamına gelecektir.

Almanya, refah kaybına uğramadığı sürece bu endişe devam edecektir. Bu endişeyi ortadan kaldırmak için, Almanya'nın refah kaybına uğratılmasına ihtiyaç vardır. Bunun anlamı ise, Almanya ile İsrail arasında örtülü bir mücadelenin devam etmekte olduğudur. Bu mücadele, Türkiye açısından neyi ifade ediyor? Bu mücadele Türkiye'ye nasıl yansımaktadır ve ileride nasıl yansıyabilir? Veya Türkiye, bu mücadeleden kendisi için nasıl yararlanabilir? Bunlar üzerinde çalışmak gerekir…

Bu, olayın bir yönü…

Olayın diğer yönü, Almanların Yahudi soykırımının gündemde tutulmasının, sadece İsrail'in işine gelmediğidir. Bu işten başkaları da yararlanmaktadır. Uluslar arası politikada, Almanya'nın güçlenmesinden rahatsızlık duyan hemen her aktör, Yahudi soykırımının gündemde tutulmasından yana olacaktır. Bu yolla, hem Almanya baskı altında tutulmakta, hem de iş sadece Almanların sırtına yüklenerek bu işte pay sahibi olan başkalarının arada kaynayıp gitmesi mümkün olmaktadır. Ancak, Almanya'nın buna daha ne kadar tahammül edeceği tartışmaya açıktır.

6. İskenderun Serbest Bölgesi'nde ABD orijinli şirketler veya bunların ortağı olduğu şirketler var ve bunlar tarafından Amerikan Silahlı Kuvvetlerine lojistik hizmet veriliyor ise, sunulan hizmetin niteliği incelenmelidir. Bu bölgede faaliyet gösteren şirketlerin ABD Savunma Bakanlığı ile yaptıkları sözleşmeler uyarınca, buradan verdikleri hizmetin niteliği oldukça önemlidir. Bu hizmetler, salt ticari işlemler olarak görülmemelidir.

Bu hizmetlerin, Türkiye'yi uluslar arası hukuk açısından “savaşan taraf” durumuna itebileceği bir ihtimal olarak hatırlanmalıdır.

Yine, bu bölgede faaliyet gösteren şirketlerin, imkan ve yetenekleri, ilgili uzmanlardan oluşan bir ekip tarafından zaman zaman yerinde denetlenmelidir. Bu denetlemeler, gümrük denetimi ile uyum içinde yapılmalıdır. Tekrar ihraç edilmek üzere ithaline müsaade edilen malzemenin, ihraç sırasında aldığı şekil, işlev ve yetenek önemlidir.

Türkiye'nin, bugün kendisi için ciddi bir sıkıntı kaynağı olan Irak'ın kuzeyindeki tablodan, bundan sonrası için kendisine dersler çıkarmak zorundadır. Irak kuzeyindeki peşmergelerin düzenli orduya geçeceklerinin konuşulduğu da dikkate alınarak, bu ordunun İskenderun ve bölgedeki diğer serbest bölgeler üzerinden beslenip beslenmediğine bakılmalıdır. Bu ordunun, buralardan donatılması ihtimali yabana atılmamalıdır.

7. Almanya'da geçtiğimiz günlerde politikacılar arasında yaşanan bir tartışma Türkiye açısından önemli gibi… Yeşiller Partisinden Claudia Roth, iki Almanya'nın birleştiği tarih olan 3 Ekim'in bayram olarak kutlanması ile ilgili gelişmeler bağlamında, esprili bir şekilde, bu tarihin aynı zamanda Türkiye'nin AB üyelik müzakerelerinin başlama tarihi olarak kutlanması önerisinde bulunuyor. Bu öneriye Hıristiyan Birlik Partisinden tepki geliyor.

İktidar Partileri, iki Almanya'nın birleştiği tarihin bir bayram olarak kutlanmasına karşı görünüyorlar. Uluslar arası politikada dikkatlerin Almanya'ya çekilmesini istemiyorlar. Sessiz ve derinden gitmeyi tercih ediyorlar.

Roth'un beyanı, bu bağlamda, fazla anlamlı gelmiyor; istihzayı yansıtıyor. Ancak, buna bile bir anlam yüklemek gerekir diye düşünüyorum. Bunu, “Birleşik” Almanya'nın, Türkiye ile birlikte hareket etme isteğinin bir tezahürü olarak görmek mümkündür. İçte olanın bir şekilde dışa yansıması olarak alınabilir.

Bu olay, ABD'de konuşulmaya ve tartışılmaya başlanan “Türk-Alman-Amerikan ilişkilerindeki parametrelerin değiştirilmesi” olgusu ile birlikte ele alınıp değerlendirilmelidir. Türkiye üzerine kurlu maksatlı yeni senaryoların tatbik mevkiine konulmak üzere olduğu akla gelmektedir. ABD Kongresi'nin emekli/eski üyelerinin oluşturduğu derneğin bünyesinde “Türkiye Kongre Araştırma Grubu”nun kurulması ve bu grubun büyük oranda Birleşik Devletler'deki Alman Marshall Fonları Vakfı tarafından finanse edilmesi dikkat çekici bir gelişmedir. Bu bağlamda bir başka dikkat çekici gelişme de, bugün ana muhalefet partisi olan, ancak ilk seçimlerde iktidar koltuğuna oturması beklenen Alman Hıristiyan Demokrat Parti'nin başkanı Angela Merkel'in, Almanya'nın Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin politikasını değiştirmeyeceği (yani Türkiye'nin AB üyeliğine olumlu bakabileceği) yolundaki yorum ve değerlendirmelerdir.

 Türkiye'deki ABD karşıtlığı geri dönülmesi zor bir mecraya girmiştir. Türkiye'nin Orta Doğu'ya itilmesinin ve bir yanı ile bir Orta Doğu ülkesi olma özelliğinin daha da belirginleşmesinin, Batı açısından politik, ekonomik ve güvenlik açılarından yeni riskleri beraberinde getireceği şüphesizdir. Bunlar da dikkate alınırsa, ABD ile Almanya'nın Türkiye konusunda örtülü bir işbirliğine gitmelerinin mümkün olduğu, Roth'un ağzından çıkan söz konusu ifadelerin de bir istihza izlenimi olarak alınsa bile, altında(arkasında) bu belirtilen gelişmelerin yer aldığı akla gelmektedir.

  Sathi bakıldığında, ABD ile Türkiye'nin karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz görüldüğü ve bu kaçınılmaz olgunun da ABD karşısında Türkiye'yi Almanya'ya ittiği ifade edilebilir. Bu, dışarıdan mantıklı da görülebilir. Ancak, yukarıda değinilen gelişmeler dikkate alındığında,Türkiye için değişen bir şey olmayacaktır. Alman-Amerikan birlikteliği, bizi bu sonuca götürecektir.

8. ABD'nin İsrail-Filistin anlaşmazlığında, görüşmelere katkıda bulunmak için, yüksek rütbeli bir askeri temsilci ataması önemli bir gelişmedir. Filistin güvenlik güçlerinin yeniden yapılanmasına da katkıda bulunacak bu askeri temsilcinin varlığının, Filistin tarafı ve Türkiye için ne anlam ifade edeceği üzerinde durulmalıdır.

Mevcut koşullarda, barış için İsrail tarafına baskı yapılamayacağı dikkate alınırsa, askeri temsilcinin varlığı, münhasıran Filistin tarafını etki alanında tutma amacına yönelik olacaktır. Amerikan askeri temsilcisinin atanması ile, Mısır ve Ürdün'ün yeniden İsrail' büyükelçilerini göndereceklerini açıklamaları, baskının Filistin tarafı üzerinde olacağının bir işareti gibidir. Filistin tarafı, önlerine konulacak bir barış anlaşmasını imzalama konusunda daha çok baskı altında olacaktır.

Eğer, bu gelişmeler, bir barışı daha olanaklı kılacak ise, bunun Türkiye açısından ne anlama geleceği üzerinde durmak gerekecektir.

 Türkiye, bu askeri temsilcinin görev ve yetkileri konusunda taraflar arasında cereyan eden görüşmelere nüfuz etmek durumundadır. Ayrıca, eğer hakikaten Türkiye Orta Doğu'da arabulucu görevi oynayabilecek bir ülke konumunda ise, Ankara da benzeri bir temsilciyi Amerikalı askeri temsilci ile birlikte görev yapmak üzere görevlendirme girişiminde bulunmalıdır. Tabi, bu durumda Türk askeri temsilcinin görevi, ABD askeri temsilcisinin görevini yapmasını kolaylaştırma veya Filistin tarafının ikna edilmesinde Amerikalı askeri temsilciye destek verme olmayacaktır… Görevi, ABD'nin Filistin üzerinden Türkiye'yi yeni oldu-bittiler ile karşı karşıya bırakmasını önleme olmalıdır. Eğer, İsrail-Filistin anlaşmazlığının sona ermesi Türkiye'yi yeni gailelerle karşı karşıya bırakacaksa, bunu önlemek Türk askeri temsilinin temel görevi olmalıdır. Filistinlilerin önlerine konulacak ve zorla imzalamaları istenecek bir barış anlaşmasını imzalamamaları için onlara vereceği desteğin, Türkiye'nin bölgedeki imajı açısından bir anlamı ve değeri olacaktır. Bunu da ayrıca değerlendirmek gerekir.

 9. Türkiye, Bush'un ikinci kez seçilmesinden sonra gözlemlenen, Avrupa ülkelerindeki ABD'ye karşı daha ılımlı yaklaşımı masaya yatırmalıdır. Buna kendisi açısından bir anlam yüklemelidir. AB'nin Sudan/Darfur'daki olayları Uluslar arası Ceza Mahkemesine taşıyacağı yolundaki açıklaması, bu gelişmeler bağlamında bir anlam ifade edebilir mi? Eğer, Türkiye'nin ABD ile geçekten sıkıntıları var ise, bu konulara eğilmelidir.

 10. Bir an için ABD'nin Kürt kartını kullanmaktan vazgeçtiğini eylemli olarak ortaya koyduğunu düşünelim. Politika değişikliğine gittiğini varsayalım. Bunun, ikili ilişkileri nereye çekeceği, Türkiye'nin bundan nasıl etkileneceği, ABD'nin böyle bir durumda ne gibi kazançlar elde edebileceği üzerinde durulmaya değer konular olarak gözükmektedir.

 11. Irak'ta Türkmenler, self determinasyon haklarını kullanabilecekleri, buna hakları olduğu yolunda seslerini yükseltmeli; bu konuda, ileride bu yolda ellerini kuvvetlendirmeyi düşünerek, BM nezdinde ve bölgede yer alan büyük devletler nezdinde bu taleplerini yazılı olarak kayda geçirmeyi düşünmelidirler.

 12. Kıbrıs'a ilişkin yeni çözüm paketleri üzerinde yoğun bir şekilde çalışılmalıdır. Annan Belgesi'nin Türkler tarafından kabul edilen versiyonu ile, bunlardan farklı olarak gelebilecek önerilere bir şekilde ulaşıp bunları değerlendirmek gerekir.

 Bu noktada, akla, Ankara'nın ve Kıbrıs Türk tarafının, oturup kendisinin ortaya bir paket çıkarması gerektiği akla gelmektedir. Ancak, böyle bir yaklaşımın, Türk tarafı tezlerini yaralama ihtimali oldukça yüksektir. Bir çözüm (KKTC) ortada duruyor iken, bunu yok varsayan bir çözüm paketi ile ortaya çıkılması, Türk tarafının elini ciddi şekilde zayıflatabilecektir.

 13. Bulgaristan'da cereyan eden gelişmeler (görevden almalar), dikkat çekicidir.

  14. GUUAM bağlamında, Azerbaycan ile Gürcistan'ın Ermenistan ile ilgili olarak aldığı, savunma malzemesi taşımacılığına izin vermeme kararı önemli bir gelişmedir. Ermenistan'a savunma malzemesi taşınmasına engel olma kararı, ciddi risk içeren bir adımdır.

  Gürcistan Devler Başkanı Saakaşvili'nin, bundan kısa bir süre önce, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde dikkat çekici bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmada, bir taraftan Güney Osetya ve Abhazya'ya özerklik teklifi yapılabileceği belirtilmiş, diğer taraftan da Moskova'nın bölgede izlediği siyasetten duyulan rahatsızlık ifade edilerek Avrupa Konseyi'nden arabuluculuk yapmaları istenmişti. Yine yakın tarihlerde, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nden, Karabağ'ın ve Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgalini kınayan bir karar çıkmıştı. Daha yakın tarihlerde ise, Ermeni asıllı olduğu ileri sürülen Gürcistan Başbakanı arkadaşının evinde gaz zehirlenmesinden hayatını kaybetmişti. Bu arada, son dönemde, Gürcistan'da ve Ukrayna'da yaşanan gelişmelerin bir benzerinin Azerbaycan'da da yaşanabileceği yolundaki haber ve yorumlar dikkat çekicidir. ABD'nin Azerbaycan'a yerleşmek için çaba gösterdiği bilinmektedir.

  Bu gelişmeler de dikkate alındığında, Azerbaycan ile Gürcistan'ın Ermenistan'a yönelik son ortak girişimleri ne anlama gelmektedir? Asıl senaryo nasıldır? Bunlar üzerinde de durmak gerekir…