Patronlar


Son yıllarda mikro tarih alanında pek çok kitap yayımlandı. Bunlar resmi tarihin gölgesinde kalan pek çok olayı ortaya çıkarırken, aynı zamanda Türkiye’nin geçmişine, tarihine farklı pencerelerden bakmamıza yardımcı oldu. Ancak bu tür kitaplar, bir türlü iş dünyasına giremedi. Mesela biz, bir semtin sakinleri üzerinden, örneğin Fener-Balat bir dönemin Türkiye’sinin sosyal ve kültürel hayatına bakabildik ama iş dünyasında ne tür değişimler yaşandı bir türlü göremedik. “Patronların zihniyeti nedir, yöneticiler en çok nerede zorlanır, alt-üst ilişkileri nerede kilitlenir ya da iş dünyası kültürü nasıl bir evreden geçmiştir” gibi sorulara, birkaç istisna hariç, kitaplarda yanıt arayamadık.

İşte Akın Öngör’ün “Benden Sonra Devam” isimli kitabını bu boşluğu dolduran kitaplardan biri olarak görmek lazım. Çünkü bu, alıştığımız iş dünyası kitaplarından biri değil. Kendini anlatan bir kitap da değil. Bu kitap bir banka yani bir kurum üzerinden Türkiye’deki bir kültür ve zihniyet değişiminin hikâyesi... Ve bence tam da bu yüzden işletme fakültesi öğrencilerinin ders kitabı olarak da okuması gereken bir kitap.

* Pek çok kişinin sandığının aksine “Benden Sonra Devam” sizin anılarınız ya da hayat hikâyeniz değil. Bize Garanti Bankası üzerinde bir değişimin öyküsü anlatıyorsunuz... Burada altını çizmemiz gereken nedir?

Biz Garanti Bankası’nda 1991-2000 arasında önemli bir dönüşüm yönettik. Bence gençlerin buradan alabileceği çok ders var. Yani yaptığımız hatalardan, işlerden, yaklaşımlarımızdan, vizyonumuzdan... Bu yüzden bu kitap, Akın Öngör’den bahseden bir kitap değil. Bu bir bankanın değişim öyküsü. Hatta burada bankanın ismi de önemli değil. Burada önemli olan; alaturka, köhne, teknolojisi kötü, insan kaynakları çok fedakar olmasına rağmen yetersiz olan, çalışma kültürü hiyerarşik ve sadece alt-üst ilişkisine dayanan bir kurumun değişim hikâyesi. Yani kişisel katılıma, yaratıcılığa, etkin liderliğe yönlendiren bir kültürün... Bunlar da yazılmalıydı. Türkiye’de çok kıymetli deneyimler var. Ama kimse yazmıyor. Yazanlardan biri, kitabını çok yararlı buldum, Cem Kozlu’dur. Onun kitabı da THY’deki anlayış farklılığının başlangıcını anlatır. Mesela Can Kıraç. Kim bilir neler yaşadı, keşke yazsa. Sonra Hazım Kantarcı, o da Sabancı’nın CEO’suydu bence yazması gerek.

* Türkiye’de son 10-15 yılda mikro tarih alanında çok değerli kitaplar yazıldı. Ancak iş dünyasındaki değişimleri anlatan kitapları göremiyoruz. Bunda sanırım iş dünyasının gizliliği, hassasiyeti bir oto sansüre yol açabiliyor. Bu nedenle yazılan kitaplar da o kişinin kartviziti tarzında oluyor. Ama sizinki öyle değil. Bunu nasıl aştınız?

Bir bankacı olarak söyleyebileceğim şeyler de var, söyleyemeyeceklerim de. Ancak bir-iki örnek yazdım, çünkü çıkarılacak dersler vardı. Bu kitap “ben”den çok “biz” diyor. Bu kitap benim değil arka sayfalarında adı yazılı olan 10 bin kişinin serüvenidir.

* Kitapta patronunuz Ayhan Şahenk’i objektif olarak ele alıyorsunuz. Mesela ataerkil bir patrondu, yanında bacak bacak üstüne atamazdınız, diyorsunuz.

Objektif olmaya çalıştım, gözlemlerimde hata olabilir ama Ayhan Bey’de yanılmayacağımı sanıyorum çünkü hayatımda en çok zaman geçirdiğim insanlardan biri oydu. Müthiş bir iş adamıydı, onun desteği ve arkamızdaki duruşu olmasa bunu yapamazdık. En nihayetinde kararı işin sahibi verir. Bizi hep deneyip sınadı. Eğer biz de işi doğru yapmıyor olsaydık, iki dakikada giderdik.

* Sizi işe almadan önce tam dokuz kez kahvaltı etmişsiniz. Neler olurdu bu kahvaltılarda?

Ayhan Bey her şeyi denetleyen, kontrol eden biriydi. Bacak bacak üstüne atıyor musun, o lafa girmeden giriyor musun, o yemeden yiyor musun? Ama kesinlikle konservatif biri değildi, yeni bir fikir söylediğinizde bunu tüm kalbiyle dinleyen ve anlamaya çalışan müthiş zeki biriydi. Ama tırnağınızın ucunda bir şey var mı, kılık kıyafetiniz nasıl bunlara çok dikkat ederdi. Yani işinizi iyi yapmanızın yanı sıra sizin bankayı temsil etmeye müsait olup olmadığınızı ölçerdi ve bir kere aksi karar vermişse ağzınızla kuş tutsanız da işe yaramazdı. Bu yüzden ben de dokuz kahvaltı süresince bir mülakatlar zincirinden geçtim.

* Bu kahvaltılardan neler öğrendiniz?

Çok şey. Hilton’a giderdik. Ayhan Bey’e özel balı gelirdi. Sonra her yerin fasulyesini yemezdi, Türkiye’nin belli bir bölgesinin ürününü, mevsiminde yerdi. Zeytinyağı, elma her şeyi özeldi. Bu benim için büyük bir eğitimdi.

n Ve sizden, genel müdür olursanız neler yapacağınızı dört sayfada anlatmanızı istiyor. Dört sayfa yetti mi?

Ayhan Bey okumayı seven biri değildi. Dinleyip algılamayı severdi. Ama yetti. El yazımla tam dört sayfada ana hattıyla yazdım ve verdim, hemen okumadı. “Bunu okuyup değerlendireceğim ve sonraki kahvaltımızda konuşacağız” dedi. O dört sayfa aslında tüm radikal değişimin programıydı. 4 sayfa yetti mi? Yetti. Çünkü aslında iki kelime de yeterdi. Mesela bu kitap nedir deseniz? “Kültür ve değişim” derim.

Çiller ’Bank Ekspres’i kurtarın’ dedi, kurtardık ama sözünü tutmadı

* Kitabı okurken gördüm ki, işinizin en zorlu yönlerinden biri de devletle ilişkilerdi. Sizi en zorlayan neydi? Eğitimsizlik mi, vizyonsuzluk mu?

Türkiye’nin 2001-2002 senesinde bankacılık krizine girmesinin sebebi siyasilerdi. Bir de devletin o zamanki yöneticileri verdikleri sözleri de tutmadı. Bu çok acıydı. Mesela bir başbakanla konuşuyorsunuz ve o diyor ki; “Bank Ekspres’i kurtarın, batıyor.” Biz de “Hay hay, yalnız devletin bize şöyle bir borcu var, ödesin” diyoruz.

* Hangi dönemi kast ediyorsunuz?

1994.

* Tansu Çiller’in başbakan olduğu dönem?

Evet ve bize başbakan “şeref sözü” deyince biz de buna güvenerek bankayı aldık. Ancak o para ödenmedi. 20 küsur yıl sonra bile bunu unutmuyorum.

* Tansu Çiller’e bir diğer eleştiriniz de 1994 krizi ile ilgili. “Yok yere çıktı” diyorsunuz?

Evet. Hiç gerek yoktu, piyasa ile savaşıldığı için çıkmıştı kriz.

Patrondan maaş zammı isterken Gandi taktiğini uyguladım

* Meslek hayatınız boyunca verilen sözlerin tutulmadığı pek çok olay yaşamışsınızdır. Bunları yaşarken psikolojiniz nasıl olurdu?

Gerilirdim. Kendimi emekli ettikten üç-beş ay sonraydı, bir arkadaşım “Sen estetik ameliyat mı yaptırdın” demişti. Ben de “Hayır, sadece stresten uzaklaşıp sakin yaşamaya başladım” demiştim. Tabii ki çok şerefli ve onurlu bir görevdi. Ama gerilimi yüksekti.

* En iyi parayı kazanmanız biraz zaman almış. Hatta bunun için Ayhan Şahenk’e Gandi taktiği uygulamışsınız...

Kitapta da dediğim gibi, “İnsan hak ettiğini değil müzakere ettiğini” alır. Ayhan Bey çok cömert bir iş adamıydı. Bankanın üst yönetim grubu ve yöneticilerinin tüm primlerini götürür, onayını alırdım. Bir kere bile, bir kişi için de olsa “Şunu indir” demedi. Müthişti. Fakat, bir banka genel müdürünün üç-dört sene sonra, belli bir aşamaya geldiğinde gelirinin farklı olması gerekir. İki-üç sene alacağım parayı konuşmamıştım bile. Yüzde 10-15 zam yapmıştı. Ayhan Bey’in Emirgan’da güzel bir çalışma odası vardı ve topladığı antik saatlerle doluydu. Odanın her yerinden tik tak sesleri gelirdi. Oradaydık dedi ki; “Bugün senin yıllık paketini konuşalım”, içimden “Harika” diyorum. “Şöyle bir şey düşündüm” dedi. Ancak söylediği rakam, almam gerekenin yarısından azdı. Bana her seferinde bir sayı söyler, ben de “Taktirinizdir efendim” der ve konuyu geçerdik. Ama dersem, rakamı kabul etmiş olacaktım. Ancak, Ayhan Bey gibi bir patrona “Bu benim için uygun değil” de denmezdi. Yıldırım hızıyla düşünmeye başladım ve bir anda susma kararı verdim.

* Ama her yer saat dolu... Her yeri bir anda tik-tak sesleri doldurmuş olmalı.

Hem de nasıl! Çünkü on-on beş saniyelik bir suskunluk değildi bu. 6- 8 dakika... Ayhan Bey bekliyor, ben bekliyorum. Ceketimin içindeki gömlek sırılsıklam oldu. Öyle ceketinizi falan çıkartıp konuşamazdınız onunla. Karşılıklı bekliyoruz. Dedi ki, “Ben seni memnun edemedim.” O “Evet memnun edemediniz” denecek bir adam da değil... Ama “Estağfurullah” da demek istemiyorum. Gene sustum ve yine beklemeye başladık. En sonunda bana “Senin çocukların yurt dışında okuyor değil mi? Onların masraflarını da pakete ekleyelim” dedi. Ama bırakın okul masraflarını evlenip çocuk sahibi olmasını bile karşılayacak bir rakam söyledi. Ben de o zaman “Takdirinizdir efendim” dedim. Buna Gandi taktiği dememin nedeni de bu. Sessiz ve pasif bir pazarlık olduğu için. Yoksa önceden planlanan bir durum değildi.

* İşçiler bu taktiği uygulasa kazanır mı?

Hayır onların elindeki silahlar farklı, yöneticilerin ki farklı!

Bülent Ecevit’i payladım!

* Bülent Ecevit sizi Akın Güngör diye aramış. İsminiz hep karıştırılır mıydı?

Hayır. Bodrum’da bir toplantıdaydım. Asistanım Kemal Derviş’in aradığı mesajını gönderdi. Çıkıp konuştum, bana devlet bankalarının yönetim kurulu başkanlığını teklif ediyordu, ben de “düşüneyim” dedim. Oradan çıktık, yürüyoruz telefon çaldı, bir hanım; “Akın Güngör mü?” dedi, ben “Hayır” dedim ama “Akın Öngör’üm” diyemeden kapattı. Sonra yine çaldı aynı hanım tekrar arıyordu; “Akın Güngör mü?” dedi, ben de “Hayır ben Akın Öngör’üm” dedim ve bir dakika deyip beni birine bağladı. Karşıma bir bey çıktı. “Sayın Güngör” dedi, ben de “Beyefendi ben sayın Güngör falan değilim ben sayın Öngör’üm” dedim sert bir sesle ardından da “Kiminle görüşüyorum” dedim “Bülent Ecevit” demez mi! Başbakan! Böyle bir şey olabilir mi? Yanındaki asistanın kalitesizliğine bakar mısınız! İşte bizim yanımızda böyle bir asistan çalışamazdı. Bana “Sizi başbakan arıyor” demesi ve beni hazırlaması lazımdı... Ben devletin büyüklerine terbiye göstermeyi ilke edinmiş biriyim de, ne yazık ki adamı paylamış oldum. Üstelik çok da beyefendi biriydi Ecevit!

Bağdan üzüm salkımlarını almak, budamak başka bir serüven

* Kariyerinizin en tepesindeyken emekli oldunuz. Zirvedeyken mi bırakmak gerek?

Evet.

* Zor değil mi?

O yüzden kimse bırakamıyor, bırakmıyor. O yüzden siz bana bu soruyu soruyorsunuz.

* Sizin pek çok hobiniz var. Şarap da bunlardan biri. Ama sanki o da hobi olmaktan çıkıp işe dönüşmüş... Ne dersiniz?

Çocuklarım için işe dönüştü. Ben bağı sıfırdan kurdum. Bir yayla buldum, onu sıfırdan bağ yaptım, fideler büyüdü, işte o zaman çocuklara “Ben bunu hobi olarak yapıyorum. Siz bu işte var mısınız, yok musunuz? Varsanız buraya yatırım yapalım ama yoksanız ben buradaki üzümü satar çıkarım” dedim. Onlar da “Hayır” dedi ve bu onlar için işe dönüştü. Benim içinse hobi oldu.

* Sizi şarapta çeken ne?

Tarım. Çünkü ben sadece şarap üretmiyorum. Türkiye’deki şarap üreticilerinin yüzde 99’u üzüm satın alarak şarap yapar. Ben bir mısır tarlasından bağ yaptım. Bu yedi-sekiz sene sürdü. Yabancı danışmanlarla bu bağa çocuk gibi baktım. 35 bin bağ! Ondan salkımlar almak, budamak, her birine tek tek bakmak... Başlı başına bir serüven... Sonra bundan kendi şarabınızı yapmak, güzel olması için araştırmak... Böylece başka bir serüvene girmek.

Okyanusta geceleri asla yüzmem

* Pasifik Okyanusu’nu geçtiniz. Bu deneyiminizi nasıl özetlersiniz?

Yaşamda muhakkak yapılması gereken bir deneyim. Dünyanın sadece bizim yaşadığımız bir coğrafya olmadığını ve doğada neler olup bittiğini anlamak için eşsiz bir deneyim bu.

* Sizi değiştirdi mi?

Baştan sona.

* Keşke daha gençken yapsaydım dediniz mi?

Maddi olarak da ailevi ilişkiler açısından da yapamazdım. 55 yaşında emekli oldum. Bana “Neden erken emekli oldun” dediklerinde “Belirli şeyleri yaşımın doğru olduğu zamanda yapmam gerekir” diyerek yanıt verirdim. 80 gün denizlerde dolandım. Bunun için fit, sağlıklı ve gücünüzün yerinde olması lazım. Bir de bunun keyfine varacak kadar olgun olmanız...

* Korkmadınız mı?

Doğadan korkulmaması yanlıştır, denizden korkulmaması daha büyük yanlıştır. Deniz yaratıklarından da korkulmalı. Tehlikeli olan köpekbalıkları bellidir ve biz onların bölgesinde dalmıyorduk. Beni asla gece okyanusa sokamazsınız çünkü herkesin avlanma zamanıdır.

Buket Aşçı/Vatan