Gündem


Burak ARTUNER

Savaşa girmemizden sonra İngilizler ve Fransızlar, Alman ordularının karşısına sömürgelerinden getirdikleri Müslümanları da çıkartmışlardı. Afrika ve Asyalı bu Müslüman askerler, savaşta oldukça başarı kazanmışlardı. Almanlar esir olarak ele geçirilen bu askerler için Almanya'da bir kamp kurdular. Müslüman esirler için burada bir cami bile inşa ettiler. Almanlar bir yandan bunları yaparken, diğer yandan İstanbul'un dikkatini de bu konu üzerine çekiyorlardı.

Çünkü normalde Osmanlı İmparatorluğu'nun açtığı "cihat”a uymaları gereken askerler, Osmanlı İmparatorluğu'na ve onun müttefiki Almanya'ya karşı bütün güçleriyle savaşıyorlardı. Bunun ruhi nedenini araştıran Alman İmparatoru II. Wilhelm, İngilizlerin yaptığı "Almanya İstanbul'u işgal etti. Halife esir alındı. Osmanlı Devleti arzusu dışında zorla savaşa sokuldu. Neşredilen Cihat-ı Mukaddes Beyannamesi sahtedir" şeklindeki propagandanın çok etkili olduğunu belirledi. Bunun üzerine İstanbul'daki sefiri Baron Von Mars-calle, "Müslümanlara doğruyu anlatabilecek, güzel Arapça bilen, hitabet, tarih bilgisi kuvvetli Türklerin tespit edilmesi" emrini verdi.

Alman sefiri, imparatora iki isim verdi: Şeyh Salih El Tunusi ve Mehmet Akif. Bir süre sonra Alman imparatoru, Enver Paşa'dan da yardım isteyerek, bu iki ismi genel karargaha davet etti. Enver Bey, Teşkilat-ı Mahsusa'nın önemli isimlerinden Eşref Bey'in (Kuşçubaşı) aracılığıyla Mehmet Akife bu teklifi götürdü, ayrıca ünlü şair ile görüşmek istediğini söyledi. Ancak Akif, "Allah kısmet ederse" Almanya dönüşü izlenimlerini anlatmak için Enver Bey'in yanına çıkacağını söyleyerek, bu daveti de reddetti.

Mehmet Akif Ersoy'un yakın arkadaşı Kuşçubaşı Eşref

Mehmet Akifle Şeyh Tunusi'nin Almanya seyahati büyük bir gizlilik içinde başladı. Savaş nedeniyle sansür uygulanması nedeniyle büyük şairin ve Şeyh Tunusi'nin bu ziyaretini çok az kişi biliyordu. Mehmet Akif, bizzat İmparator Wilhelm'in verdiği emir üzerine büyük bir saygıyla karşılandı. Alman Genelkurmayı tarafından da büyük hürmet gördü. Savaşın en hummalı günlerinde olunmasına rağmen Alman Genelkurmay Başkanı Mareşal Von Hinderburg tarafından kabul edildi.

Almanlar Mehmet Akifi ve Şeyh Salih ile birlikte Vunsdorfta yakaladıkları Müslüman esirler için inşa ettikleri camiye davet ettiler. Mehmet Akif orada Müslüman esirlere çok coşkulu bir hitapta bulundu. Onlarla bire bir konuştu. İngilizler tarafından nasıl kandırıldıklarını öğrenmek için onlara sorular yöneltiyor, cevaplarını büyük bir dikkatle dinliyordu. 

"İSLAM ALEMİNİN AFETİ: CEHALET" 

Duyduğu üzüntüyü yanındaki Şeyh Salih Tunusi'ye şu sözlerle anlatacaktı:

"Bakın eğer bu kadar derin ve muzlim bir cehalet olmasa, bu cahil insanlar kendilerine anlatılan bu masallara itibar ederler mi? Bizim en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün İslam aleminin başlıca derdi bu afet. Onu yenmedikçe hiçbir ciddi ve şerefli netice elde edilemez. Bence İslam büyüklerinin yapacağı tek şey, birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyeti içinde diyar diyar gezmek ve anlatmak... İngiliz misyonerleri, Fransız cizvitleri gibi... Balkanlar'da Slavları ayaklandıran yine Ortodoks kilisesi papazları değil midir? Onlara kızmıyorum, imreniyorum."

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler'in tarafında yer alan Hint Müslüman askerler

ELİNDE MEGAFONLA DÜŞMAN ORDUSUNDAKİ MÜSLÜMANLARA GERÇEĞİ ANLATTI 

Mehmet Akif, Almanya'da bulunduğu sırada Şeyh Tunusi ile birlikte ilginç etkinliklerde bulunuyordu. Sınır cephelerini gezerlerken, Mehmet Akif elinde megafonla karşı tarafta ön saflarda olan Müslümanlara karşı Arapça'nın her lehçesinde hazırladığı Hintliler için de ordu lisanına çevrilen etkili konuşmalar yapıyordu. Bu sanıldığından daha etkili oldu. O kadar ki Müslüman askerlerden teslim olanların sayısında büyük artış oldu. İngilizler ve Fransızlar bu sonuçlar karşısında Müslüman askerlerin yerlerini değiştirmeye başladılar. Bu faaliyet Mehmet Akif’in oldukça hoşuna gidiyordu.

Almanya'da halkın hayatını da adeta bir sosyolog gibi inceliyordu Mehmet Akif. Özellikle köylülerin yaşamlarını gözlemliyordu. Sanayi tesislerini, fabrikaları, sergileri, hatta spor müsabakalarını bile izliyordu. Kendisi de güreşe meraklı olan Akif, bir gün Japon karatecilerin idmanı sırasında, "Eğer sıkılmazsam hemen soyunur, kısbeti çekerim" diyordu. Japonların dövüş sanatına karşı bizim klasik güreş taktiklerinin pek işe yaramayacağına dair yorumlar yapıyordu.

Genelde doğu medeniyetine bağlılığı ile tanınan şair aslında Batı medeniyetinin büyük bir hayranıydı. O bir zamanlar doğunun ihtişamını biliyor, ancak yaşadığı devre baktığında doğunun esareti ve geri kalmışlığı onu derinden yaralıyordu. Berlin Hatıraları'nda Doğu ile Batı arasındaki keskin çizgiyi nasıl gördüğünü, İstanbul'un ve Berlin'in otellerini karşılaştırarak en güzel şekilde yapmıştı. "İstanbul Oteli" için şunları söylüyordu Akif:

...Ne Müslüman, ne Frenk...Öyle bir vücud-u sefil,
Yıkanma yok... Tuvalet yok... Yazın belinde çamur,
Eteklerinden inerken kabuk tutuyor yağmur!
Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi,
Bakındı cumbaya, bizar eder durur güneşi,
O nemli yorganı sallandırıp pencereden!
Yatak takımları şayan-ı merhamet cidden…

Bu sefil otel Doğu'yu temsil ediyordu. Mehmet Akif, Berlin'de Hotel Kayzerhofta ağırlanmıştı. Berlin'deki oteli anlatırken, Batı'nın imrendiği gücünü şu dizelerle anlatıyordu:

Meğer Oteller olurmuş Saray kadar mamur,
Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzur,
Beş, altı yüz odanın her birinde pufla yatak,
Nasip olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahar
Dışarıda leyle-i yelda, içeride nısf-ı nehar!
Havayı kızdırarak hiç solunmayan bir ocak,
Ilık ılık geziyor her tarafta aynı sıcak...
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz,
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz,
Gıcır gıcır ötüyor, ortalık titizlikten,
Sanınız ki olmamış gezinen,
Ne kehle var o mübarek döşekte, hiç, ne pire,
Kaşınma hissi muattal bu itibara göre,
Unuttum ismini... Bir sırnaşık böcek vardı,
Çıkıp duvarlara, yastık budur der atlardı,
Ezince bir koku peyda olurdu, çokça iti,
Bilirsiniz a canim neydi? Neydi... Tahta biti,
O hemşehrim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rastgelirdim ya!..

ÇANAKKALE ZAFERİNİ HİSSEDİYORDU 

Mehmet Akif, Almanya'daki görevi sırasında bütün cepheleri bir bir gezdi. Onun sayesinde karşı saflardan Almanların tarafına geçenler oldukça arttı. İngilizlerin propagandalarına karşı Mehmet Akif Ersoy'un ve Şeyh Tunusi'nin anlatımları etkili oluyordu. Akifin plağa alınan hitapları cephelerde gramofon sesiyle yayılıyordu. Bu sırada Akif, merakla beklediği Çanakkale Savaşı'yla ilgili inançlarını da Berlin Mektupları'nda şöyle dile getiriyordu:

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz.
Düşer mi tek taşı sandın, harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun
Değil mi ortada bir sine çarpıyor... Yılmaz!
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz
Yakında kurtulacaktır bu cephe... Kurtulacak!
Demek yıkılmayacak kıblegah-1 amalim...
Demek ölmüyoruz....
Haydi arkadaş gidelim!...

Akif, yaklaşan Çanakkale zaferini adeta hissediyordu. Osmanlı istihbarat teşkilatı, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin'in ayaklanma hazırlığında olduğunu tahmin ediyor, ancak hassas dengeleri bozmamak için Şerif Hüseyin'e karşı bir harekette bulunamıyor, adeta ilk hareketin ondan gelmesini bekliyordu. İşte böyle bir ortamda istihbarat teşkilatı o bölgedeki diğer şeyhleri kendi tarafına çekmek istiyordu. Özellikle Ibn-i Suud'un hakim olduğu Necid bōlgesinde, İbn-i Reşit'in etkin olduğu yerlerde ve Yemen'de kuvvetler hazırlayarak, Şerif Hüseyin isyan ettiğinde onları durdurmak ve arkalarından tehdit ederek, Hicaz kuvvetlerinin esaslı taarruz hazırlıkları yapan Filistin'deki General Albeni ordularıyla birleşmesine engel olmak amacındaydı. Enver Paşa da bu projeyi ciddi tedbirlerin temeli kabul ediyordu.

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya isyan eden İbni Suud ve ailesi

ZORLU ÇÖL YOLCULUĞUNU KABUL ETTİ 

Eşref Bey, bu gerçekleri yakın dostu Mehmet Akif'e anlatıp, onu Arabistan çöllerine beraber götürmeye ikna etti. Mehmet Akif de "Bu hizmetin memleket için hayırlı olduğu görüşündeyim. Seyahatin başında sizin bulunmanız benim için bu seferin memleket ve insanlık yararına dair en kuvvetli teminattır. Emrinizdeyim" dedi.

Eşref Bey, Mehmet Akif’in "olur" unu aldıktan sonra Enver Paşa'yı ziyaret etti. Enver Paşa'ya durumu anlatmış, Hicaz'da bir isyanın patlamak üzere olduğu yolundaki görüşünü iletmişti. Dört kişiyle yola çıkacağını söylediğinde Enver Paşa, kendisine "Sadece dört kişi mi? Kim bu bahtiyar heyet?" diye sordu. Eşref Bey de Enver Paşa'nın başyaveri Mümtaz Bey, Afrika ve Arap işleriniz müşaviri Şeyh Tunusi, şair Mehmet Akif, bir de kendisinin bu yolculukta yer alacağını söyledi. Enver Paşa bunun üzerine "Aman Eşref Bey, hem başyaverimi hem de Arap ve Afrika işlerimin müşavirini alıyorsunuz" diye karşılık verdi..

Teşkilat-ı Mahsusa reisi "Paşa Hazretleri... Mümkün olsa padişahı bile beraberime alabilsem. Hicaz'da patlayacak felaket bize bütün Arabistan'ı elden çıkartacak görünür. Cemal Paşa ile aramızdaki ihtilaf devam ediyor. Bütün kalbimle dilerim ki ben haksız çıkayım. Fakat durum böyle gözükmüyor" diyerek endişesini bir kez daha dile getirdi.

Eşref Bey, Arabistan seyahati sırasında yanına 25 kadar Teşkilat-ı Mahsusa fedaisi alacağını da söyleyerek, Enver Paşa'dan özellikle padişahın şeyhlere götürmek üzere güzel hediyeler vermesiyle ilgilenmesini de istedi.

Aradan üç gün geçti. Enver Paşa, Eşref Bey'e padişahın İbn-i Reşid ve İbn-i Suud'a vereceği hediyelerin hazır olduğunu, bunları bizzat padişahın kendisine göstermeyi istediğini söyledi. Padişah bu hediyelere büyük önem veriyordu. Uzun süredir Mekke ve Medine'yi ziyaret etmek isteyen padişah, özellikle yakın çevresine "Şu makam imkan verse de o mübarek mahalleri halktan bir fert gibi ziyaret edebilsem... Peygamberimizin mübarek ayağını bastığı o yerleri öpebilsem..." diyordu.

YAVUZ'UN EYERİNİN AYNISINI HEDİYE ETTİLER 

Padişah'ın Arabistan için hazırladığı hediyeler arasında çok kıymetli ve mine işlemeli saatler, işlemeli kılıçlar, ender bulunan hançerler bulunuyordu. Padişah, bunun yanında gerek İbn-i Reşid'e gerek İbn-i Suud'a Yavuz Sultan Selim'in atının eyerinin birebir kopyasını, dönemin ünlü ustası ve sanatkarı Selanikli Abdi Usta'ya yaptırmıştı.

Eşref Bey, padişahı ziyaret için gittiğinde Mabeyin Başkatibi Lütfi Simavi Bey'le hediyelere bakarlarken, eyerleri fark etti. Dizine vuran Eşref Bey, "Aman efendim... Arabistan'da bunları sırtında taşıyacak büyüklükte at ne gezer? Arap atları bilhassa çöldekiler ebat olarak vasat boydadır. Bu kadar emek, masraf. Vah vah yazık olmuş" dedi. Padişahın, özellikle bu hediyelerin çok makbule geçeceğini düşünerek yakın çevresine "Bu eyerler ceddim Yavuz Selim Han'ın eyerinin aynıdır. Arabistan'da şöhret verecek. Nasıl olmuş diye sorduğunu bilen Mabeyin Başkatibi, padişahın önüne çıkmadan, kendisini uyardı: "Aman Eşref Bey, bu eğerleri zat-ı şahaneleri bizzat meşgul olarak yaptırdı. Çok güzel, emsalsiz olduklarına dair kanaat sahibidirler. Sakın huzurda kendisine görüşünüzü anlatmayın. Rica ederim, eyerleri çok beğendiğinizi ve harikulade özellikleri hakkında cümleler sarf ediniz."

Sultan Reşad'ın Eşref Bey'i kabulü de ilginç oldu. Sultan Reşad, Eşref Bey'i gıyabında tanıyordu. Balkan Savaşı'nı takip eden günlerde Edirne'nin kurtarılışı sırasında Bulgar Komutanı Savof 'un atını hatıra olarak padişaha hediye etmişti. Sultan Reşad bu atı, Donanma-i Osmani Cemiyeti'ne hediye etmiş, padişahın izniyle bu at müzayedeye çıkarılmış ve bin altına satılmıştı.

Padişah, Eşref Bey'i, Enver Paşa ile birlikte kabul etti. Eşref Bey'in açık sözlü olması, özellikle Arap dünyası ile ilgili sorulara son derece açık yanıtlar vermesi, görüşmenin zamanını uzatmıştı. Padişah, baş mabeyinciye getirttiği bütün hediyeleri teker teker göstermiş, sıra Yavuz Sultan Selim'in eyerlerinin benzerlerine gelince verdiği sözde durarak, sesini çıkarmamıştı. Dönemin en değerli ustalarından Selanikli Abdi Usta'nın elinden çıkan eyerlerin, İbn-i Suud ve İbn-i Reşid'in atlarına uyması halinde bunlara azametle kurulacaklarına şüphe yoktu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Suudi kralın oğlu olan Abdülaziz İbn-i Suud, bu değerli eyere uygun olarak asil bir İngiliz atını İngiltere'nin önde gelen asillerinden olan Rotschild ailesinden satın alarak ülkesine getirtmiş ve bu tarihi hediyeyi antika eşya olmaktan kurtarmıştı.

Padişah, hediyelerle ilgili olarak Eşref Bey'e şunları söylemişti:

"Beyefendi oğlum... Bunları elimle size teslim ettiğimi evlatlarıma anlatınız. Kendileri saltanatımın eskiden beri muteber birer üyesidir. Devletime sadık kaldıkları müddetçe Cenab-ı Hak'tan mutluluklarını dilerim. Allah yolunuzu açık etsin."

Padişah, pek az kimseye gösterdiği bir ilgi belirtisi olarak Eşref Bey'e elini öptürmüştü. Huzurdan çıktıktan sonra Enver Paşa, Eşref Bey'e bu ziyaretin basına duyurulmaması için baş mabeyinciye bilgi vereceğini söyledi. Eşref Bey de "Sadece gazetelere değil, bazı mebuslarla, elçilerin de bunu duymamasını, bunun için tedbir alınmasının da iyi olacağını" söyledi.

Eşref Bey'in bu ziyaretinin amacı, isyana hazırlandığını düşündüğü Şerif Hüseyin'e karşı tedbir almaktı. İbn-i Suud ve İbn-i Reşid'le anlaşmanın mümkün olduğunu ve bir isyan halinde onların yardımıyla bu hareketin boğulacağını düşünüyordu. Cemal Paşa ise bu yolculuktan 4 ay kadar önce yaptıkları bir görüşmede, Eşref Bey'e Şerif Hüseyin'in isyan edeceğine kesinlikle inanmadığını söylüyor:

"Bu adam bu kadar alçak mıdır? Bana, Kuran-ı Kerim üzerine el basarak yemin etti. Ceddinin büyük hatırası namına teminat verdi" diyordu.

Şerif Hüseyin, Hazreti Peygamber'in soyundan geldiğini iddia ettiği için, bu sözleri ona olan güveni daha da artırıyordu.

Eşref Bey ve arkadaşları yola koyuldular. Heyet, İstanbul'dan hareketini mümkün olduğunca gizli tutmuştu. Haydarpaşa'da hiçbir uğurlayan bulundurulmamış, hatta Mümtaz Bey, Bostancı'dan, Eşref Bey ise Pendik'ten trene binmişlerdi. En yakınlarına bile gittikleri yeri söylememişlerdi. Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa, heyete A sınıfı bir vagon ayırtmak istemiş, ancak Eşref Bey, İngilizlerin istihbaratının güçlü olduğunu bildiğinden ziyaretlerinin asıl amacının öğrenilmesinden korkarak bunu kabul etmemişti.

Tren İzmit'e yaklaştığında dört yolcu perdeleri indirilmiş, kapısında "Askeri malzeme vardır girmeyiniz" yazılı bir kompartımandaydılar. Mehmet Akif, yakın arkadaşı Eşref Bey'le memleket meseleleri üzerinde konuşuyordu. Ülkenin, dolayısıyla İslam dünyasının geri kalmışlığı en fazla kafa yordukları meselelerin başında geliyordu. 

"BİZİM ULEMADA NEREDE BU GAYRET..."

Mehmet Akif, Eşref Bey'e Hıristiyan misyonerlerin çabalarından bahsediyor, aynı şeyi Müslüman din adamlarının yapamıyor olmasından yakınıyordu:

Ah aziz kardeşim... Nerede bizim ulemada bu gayret. Bir batıl için böyle hayatlarını adamış insanlar, eğer ilmin ve medeniyetin bayrağını elinde tutan gerçek Müslümanlığın saflarında olsalar, emin olun, hakiki Müslümanlık insanlığı aydınlatır. Bu kavgalar, savaşlar, kin devirleri son bulur. Bu harp inşallah bitsin, bütün hayatımı bu amaç uğruna harcayacağım.

Yolculuk, sakin geçiyordu. Toroslar'daki tüneller henüz açılmadığı için bir kısım yolları eşekler üzerinde aşarak Şam'a, IV. Ordu'da Cemal Paşa'nın karargahına vardılar.

Eşref Bey, IV. Ordu Komutanı ünvanıyla Arabistan'ın kaderini elinde tutan Cemal Paşa ile Kudüs'teki görüşmesine Enver Paşa'nın yaveri Mümtaz Bey ile birlikte gitti. Mehmet Akif, Şam'ı daha önce görmediğinden kendisinin tarihi eserleri ziyaret etmek istediğini söylemişti. Şeyh Tunusi de onunla beraber kaldı.

Cemal Paşa, Eşref Bey ile Enver Paşa'nın başyaveri Mümtaz Bey'i samimi bir şekilde karşıladı. Heyette, Mehmet Akif'in de bulunduğunu öğrenince "Ben İstanbul'da iken bir gün Bahriye Nazırlığı'nda Goeben zırhlısına Yavuz ismi verilmesi nedeniyle yapılan tören için, Bahriye Müsteşarı Üsküdarlı Şair Talat Bey'in tavsiyesiyle Mehmet Akif Bey'in de şeref vermesini rica etmiş, fakat kendisinin mazereti nedeniyle tanışamamıştık. Buralara kadar gelmesi herhalde çok hayati bir sebebe dayanıyor olsa gerek" diyerek şaşkınlığını dile getirdi.

Eşref Bey de kendisine Mehmet Akif’in İslam ülkelerinde manevi hayatı incelemek üzere seyahate katıldığından bahsetti. Cemal Paşa, Eşref Bey'e Şerif Hüseyin'in hala isyan edeceğine dair görüşünü koruyup korumadığını sormayı da ihmal etmedi. Eşref Bey de kendisine hala aynı görüşte olduğunu ifade etti. Cemal Paşa, heyetin Medine'ye de gideceğini öğrenince, Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Faysal'ın kendisini ziyaretten dönmek üzere olduğunu, aynı trenle Medine'ye yolculuk etmelerinde fayda gördüğünü, çünkü heyetin Necid'e İbn-i Suud ile İbn-i Reşid'e gitmekte olduğunu öğrenmesi halinde bundan rahatsızlık duyup, şüpheye kapılabileceklerini söyledi.

Cemal Paşa, heyetin ziyareti biterken, Eşref Bey'e "Aramızda görüş ayrılıkları olabilir. Ancak hepimizin gayesi aziz vatana hizmettir. Bineceğiniz trene kömür vermelerini emredeceğim. Biliyorsunuz, lokomotiflere nadiren kömür verebiliyoruz. Odunla işleyen lokomotifle ise Medine'ye ancak bir haftada varabilirsiniz" dedi.

Eşref Bey, Kudüs'ten Şam'a döndükten sonra Mehmet Akif ile Şeyh Tunusi'yi aynı bir dünyada buldu. İki Osmanlı aydını, Şam'da tarihi eserleri ziyaretten başka Şam'ın ünlü din adamlarıyla da tanışmışlardı. Şeyh Tunusi, Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Faysal ile seyahat fikrinden ise hoşlanmamıştı.

Şam'daki uğurlama sırasında Eşref Bey ile Faysal karşılaştı. Genç şerifzade, Eşref Bey'in elini öpmek gibi aşırı bir hürmet gösterisinde bulunurken, "Yolculuğumuzun birlikte olmasından mutluyum" dedi. Bu arada gözleri heyette tek tanımadığı kişi olan Mehmet Akif'e takıldı. Mekke emirinin oğlunun, bu esrarengiz kişinin kim olduğunu öğrenmek istediği her halinden belli oluyordu. Eşref Bey ise istasyon müdüründen Faysal ile kendi vagonlarının arasına başka vagon konmasını istedi. Böylece Faysal, heyetin yolculuğu hakkında kendilerinden bilgi alma imkanını ortadan kaldırıyordu.

Cemal Paşa, Medine muhafızı olan Basri Paşa'ya heyetin istasyonda askeri tören ile karşılanması emrini vermişti. Tren Medine'ye vardığında, askeri tören kıtası marşlar eşliğinde karşılandı Askerler ve siviller istasyondaydı. Faysal'ı karşılayanlar arasında ise ağabeyi Emir Ali de vardı. Emir Ali'nin yanında 150 kadar muhafızı da vardı. Bu manzara karşısında Eşref Bey. "Şerif Hüseyin'in oğulları kendilerini düşman bir devletin topraklarında sanıyorlar galiba" diye düşündü ve onlar hakkındaki görüşlerinde haklı olduğuna bir kez daha inandı.

KAFİLEYE TACİZ ATEŞİ 

Türk heyetin korumasını ise birçok savaşa katılmış 25 kadar tecrübeli gönüllü yapıyordu. Bunlara "Kaptan" deniliyordu. Heyet, Medine'de Şerif ailesinin konağının yaklaşık 250 metre uzağındaki bir başka konağa yerleştirildi. İki gün sonra tarihi Uhud Dağı'nın güneyinde Al-i Ureyt denilen dar bir boğazdan silah sesleri gelmeye başladı. Bu silah sesleri Şerifin oğullarının karargahında hiçbir harekete neden olmazken, Eşref Bey, hemen develerini hazırlattı. Adamlarına da "hazır olun" emri verdi. Kısa bir süre sonra Medine Muhafızı Basri Paşa, beraberindekilerle birlikte konağa geldi. Basri Paşa'nın Cemal Paşa tarafından uyarıldığı ve Eşref Bey ile Şerif'in oğulları arasında bir çatışma çıkması konusunda endişeli olduğu anlaşılıyordu.

Basri Paşa, "Aman rica ederim bir olaya neden olmayalım" dedi. Eşref Bey de kendisine "Merak etmeyiniz paşa. Bu silah sesleri bize yabancı değildir. Bunu kimin yaptırdığını biliyorum. Bizim tarafımızdan bir karşılık olmayacaktır. Çünkü bunu yapanlar hiçbir zaman ortaya çıkmayacak" dedi.

Gerçekten de bunu yapanlar hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Yapılan ilk araştırmada, Bedevilerden bazılarının Eşref Bey'in burada bulunmasından rahatsızlık duydukları ve bu nedenle silahlı gösteri yaptıkları anlaşıldı. Haberin geldiği sırada, zamanında Medine civarındaki aşiretlerden en büyüğü olan Beni Harp kabilesini yaraladığı için bir süre Eşref Bey'e sığınmış olan Mehmet Emin Müşeylih üç oğlu ile birlikte Eşref Bey'i ziyarete gelmişti.

Müşeylih, olayı duyunca, Eşref Bey'e, "Allah adına temin ederim ki bu Medine Bedevilerine bir iftiradır. Bu çöllerde hiçbir Bedevi, Şeyh-it Tüyur'dan (uçan şeyh) şikayetçi değildir. Aksine, onun burada bulunmasıyla iftihar eder ve ona ikramla mesut olur" dedi.

Eşref Bey, Basri Paşa'nın yüzüne baktı ve kendi mahiyetine olayı araştırmak için hareket emri vermesinin doğru olacağını anlattı. Basri Paşa ise olayın araştırılacağını belirterek, "Faysal ve ağabeyi Ali sizin yapınızı bildiklerinden sizi tahrik etmek istiyorlar. Şimdi bir olaya neden olmak, onları haklı duruma sokar. Bundan kaçınalım" dedi.

SİLAH KUŞANDI "ANCA BERABER KANCA BERABER" DEDİ 

Bu sırada Eşref Bey, hazırlanan muhafızlar arasında Mehmet Akif'i de elinde silahla görünce şaşırdı. Fişekliğini beline dolayan, entarisinin eteğini beline çeken Mehmet Akif, çöl savaşına hazırlanmıştı. "Telaşlanmayınız üstad, bu bir blöftür. Siz rahatsız olmayınız" dedi. Akif, aynı sakinlikle cevap verdi:

"Azizim Eşref Beyefendi. Ben değil siz telaşlandınız. Siz mücadeleye girişin, ben burada oturayım. Anca beraber kanca beraber."

Bu sırada dışarıda bir hareket oldu. Gelen Şerifin oğlu Faysal'dı. "Silah seslerinden meraka düştüm. Bir olay mı var?" diyordu. Eşref Bey, kendisine cevap vermedi. Basri Paşa araya girerek olayı anlattı ve bazı Bedevilerin gösteri yapma ihtimali üzerinde durduklarını söyledi. Bu arada söze Şeyh Müşeylih girdi.

Silah seslerinin geldiği boğazın içine kadar girdiğini, bağırıp çağırdığını, ancak kendi sesinden başka bir şey duymadığını anlatarak, "Bunu yapanlar her halde dışarıda değil, içeride olmalıdırlar. Çünkü boğazın dışında ayak izi dahi yoktu" dedi.

Bu sözler Faysal'ı rahatsız etti. Bir süre sonra oradakileri selamlayıp, ayrıldı.

Basri Paşa'nın davranışlarından Eşref Bey'in bir olaya neden olmadan Medine'den ayrılmalarını istediği anlaşılıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa Reisi, karşısındakinin aklını okur gibi, "Ne yapalım Paşam... Vaktiyle çok kahrını çektiğimiz bu topraklarda artık istenmeyen insanlar olduk. En kısa zamanda yola çıkacağız. Zaten görevimiz, burada uzun zaman kalmamıza imkan tanımıyor" dedi. Basri Paşa'nın gözleri doldu. "Allah memleketi de bizi de bu dertlerden, bu şartlardan kurtarsın. Halimizi görüyorsunuz" dedi.

Eşref Bey, ertesi gün çölün içinde yani kendilerini Necid'e iletecek yola çıkmak hazırlığındayken, Başkumandanlık makamından Enver Paşa'dan bir şifreli telgraf geldiğini öğrendi. Telgrafta, Enver Paşa, şöyle diyordu:

"Seyahatiniz esnasında Medine'de bulunduğu anlaşılan Mekke Emiri Hüseyin Paşa'yla temasınız, gelecekte meydana gelmesi muhtemel olayların gelişmesi üzerinde hüküm verilirken, düşünce ve isteklerimizin içeriği itibariyle esas nokta oluşturacaktır. Bu nedenle, siyaset gereği Şerif'in oğullarıyla görüşüp, kendilerini devlete sadakate davet etmenizi rica ederim."

Eşref Bey, durumu kavramıştı. Bu telgrafın yazılmasında Cemal Paşa'nın etkisi olduğu kesindi. Eşref Bey, bu telgrafın bir şey değiştirmeyeceğini bilse de, emri yerine getirdi. Beraberine Şeyh Tunusi'yi, Mehmet Akifi ve Mümtaz Bey'i alarak Faysal ve Ali'nin karargahına gitti. Şerifin oğulları bu ziyaretten kuşkuya düştülerse de büyük bir maharetle, Arap asilzadelere özgü abartılı bir gösteriyle heyeti karşıladı. Heyet için zengin bir sofra hazırlanmış ve yemeğe geçilmişti. Yemekte Şeyh Tunusi, bir ara sözü aldı:

"Biz Trablusgarp'ta bir avuç insandık. Hiçbir aracımız ve maddi gücümüz yoktu. Fakat iyi niyetlerimiz, kalbimizi dolduran güzel duygular, sadakatimiz, bağlı bulunduğumuz devlete ve dine hizmet aşkımız vardı. Birbirimizi seviyor ve inanıyorduk. Bu duygularımızı Cenab-ı Hak da biliyordu. Netice ne oldu? Düşmanlarımızın elindeki kuvvet bize geçti. İtalyanlara sahilden içeriye tek bir adım attırmadık. Şimdi size sorarım,  İngilizlerin veya Fransızların İtalyanlardan farkı nedir? Ferdi cesaret, vatan sevgisi ile onur farkı ise bu özelliklere dünya yüzünde Türk milleti kadar kim sahiptir. Peygamberimiz, "Benim dinimin temel direği Türklerdir. Türkler Allah'ın cesur süvarilerdir" buyurmamışlar mıdır? Allah korusun, Devlet-i Osmaniye son bulursa, onun hükümranlığı altındaki ülkelerin hiçbirisinde, devamlı bir barış ve huzur meydana gelmez. Böyle bir hayalin gerçekleşmesine, tarihin gerçekleri olduğu kadar, İlahi Adalet de engeldir."

BİRİ OĞLUNUN DOĞUMUNU DİĞERİ ÖLÜM HABERİNİ ALDI 

Şerif Hüseyin'in oğulları, kendisini onaylar sözler söylediler. Yemek bitti, heyeti uzun bir çöl yolculuğu bekliyordu. Heyetin Medine'den ayrılışı sessiz oldu. Trenle Bir-i Nasip istasyonuna geldiklerinde, ana vatandan iki telgraf geldi. Telgrafın getirdiği haberlerden birisi iyi, diğeri kötü haberdi. Mehmet Akifin bir oğlu olmuştu. Adı Mehmet Akif'in babasının ismini taşıyacaktı: Tahir. Eşref Bey'e gelen telgraftaki haber ise heyettekileri bu mutlu haberin sevincini yaşamalarına engel oldu. Eşref Bey'in henüz bir yaşını doldurmamış oğlu Sencer vefat etmişti. Eşref Bey, bağrına taş basıp, yola devam kararı aldı.

Yarın: Çanakkale Destanı'nı yazarken yanında kim vardı? Çölden dönüşünde Enver Paşa ile neden görüşmedi?

patronlardunyasi.com