Hürriyet yazarı Zeynep Bilgehan, Cimbom Marşı'nı yazan ünlü piyanist ve besteci Mehveş Emeç ile bir araya gelerek röportajını gerçekleştirdi.
İşte Zeynep Bilgehan'ın bugünkü köşe yazısı:
Parmakları piyano tuşlarına o henüz üç buçuk yaşındayken basıyor. İlk konserini 5 yaşında veriyor. 16 yaşında dünyanın en iyi okullarından Salzburg’daki Mozarteum’a kabul ediliyor.1990 yılında babası, eski Hürriyet Genel Yayın yönetmeni Çetin Emeç bir suikastla hayatını kaybediyor. Zor zamanlar geçiriyor ama yılmıyor. Uzun bir aranın ardından aktif konser hayatına dönen devlet sanatçısı piyanistimiz Prof. Dr. Mehveş Emeç ile eski albümleri karıştırdık…
Bu, içinde hem bir peri masalı hem trajedi ama sonunda da küllerinden doğma içeren bir hayat hikâyesi… Devlet sanatçısı piyanistimiz Mehveş Emeç ile beraberiz. Emeç, akademik çalışmaları sebebiyle ara verdiği aktif konser hayatına bir süre önce geri döndü. Yazın sıcak günlerinden birinde buluştuk. Emeç, bir Mozart eseri gibi pozitif enerjisiyle insanı sarıp sarmalayan, uzaktan bile ‘yıldız ışığı’nı hissettiren insanlardan… Bu bir tesadüf değil, çünkü müzik sesinin hiç eksik olmadığı bir eve doğmuş, hayatı boyunca parmakları piyanoda, aklı müzikte yaşamış. Eski albümleri açalım.
FUTBOLLA HİÇ ALAKAM YOKTU
Emeç’in bestelediği, herkesin çok iyi bildiği bir eser var… Statlarda coşkuyla söylenen ‘Cimbom Galatasaray, Galatasaray şampiyon!’ diye başlayan meşhur Galatasaray marşı… Hikâyesini şöyle anlatıyor: “Galatasaraylı yöneticilerden 1996 yılında bir teklif aldım. Futbolla hiç alakam yoktu. Maçlara gitmem ama evde koyu Galatasaraylı babamla kardeşimin maç izlerkenki hallerini düşündüm. Gözlem ve hatıralarla marşı üç günde yazdım. Böylesine benimsenmesi, statlarda coşkuyla söylenmesi beni hâlâ çok duygulandırıyor. Kitleler beni Schubert yorumlarımla değil Galatasaray marşımla benimsedi (gülüyor).”
ARKADAŞLARI DEĞİL PİYANOYU TERCİH EDERDİM
Mehveş Emeç, gazeteci yazar Çetin Emeç ile Bilge Emeç’in iki çocuğundan ilki olarak İstanbul’da doğuyor. Annesi Bilge Hanım’ın yönlendirmesiyle parmakları piyanoya ilk kez o henüz üç buçuk yaşındayken değiyor. Emeç, “Arkadaşlarıyla vakit geçiren bir çocuk değildim” diye başlıyor anlatıyor: “Kalabalık ortamlarda yabancılık çekerdim. Herkes bahçede oynarken ben piyanomun başında olmayı tercih ederdim. Annem piyano çalardı, evde hayran hayran onu dinlerdim. Akşamları konserlere giderdik. Çocukluk hayalim bir orkestramın olmasıydı; ‘Keşke konserden sonra orkestramla eve gidip istediğim kadar müzik yapabilsem!’ derdim”
MEŞHUR HOCALARLA GEÇEN ÇOCUKLUK
Ailesi onun müziksiz kalmama dileğini yerine getiriyor, üç buçuk yaşından itibaren meşhur hocalardan ders alıyor; Rana Erksan, Ferdi Statzer, Ayşegül Sarıca… Dokuz yaşında ilk bestesini Moda’da denize girerken dalgalardan esinlenerek yapıyor. İlk resitaline 11 yaşında çıkıyor. İlk orkestra konserini 16 yaşında veriyor. Lise son sınıf öğrencisiyken Avusturya’da bir yaz kursunda hocası, “Çok yeteneklisin, eğitimine burada devam et” deyince aile meclisi toplanıyor. Emeç, Avusturya devlet bursuyla dünyanın en meşhur müzik okullarından Salzburg’taki Mozarteum Üniversitesi’ne kabul ediliyor.
HEP KANADIM KIRIKTI
Bütün bu başarıların insanı mutlu etmesi gerekir, değil mi? Ancak genç Emeç büyük bir aile hasreti çekiyor: “Annemle zaten çok zaman geçirirdim. Babamın ve kardeşimin sevgisi de benim için çok önemliydi. Babam çok yoğun çalıştığından onu görememek bizi çok üzerdi. Gece geç saatte eve gelir, o saatte bile daktilosunun başına geçer, ertesi günün yazısını hazırlamaya başlardı. Babamı bizden alıyormuş gibi hissettiğim için gazetecilik mesleğini hiç sevmezdim. Onların eksikliğini hissederek hep çok hüzünlü oldum. Kendimi ‘kanadı kırık’ hissettim.”
SALZBURG’DA HER EVDEN KOVULDUM
Ailenin eksikliğini hissederken müziğin ise fazlası vardı… Bu sebeple kendine ev bulmakta zorlanmış: “Salzburg’a gittiğim ilk iki sene piyanoyu sınırsız saat çalışabileceğim ev bulamadım. Her evden kovuldum! Piyano hocama bunu söylediğimde ‘Herkeste bu dert var’ dedi. Üst kattan, alt kattan sürekli süpürge vuruşlarıyla uyarı gelirdi. Bir evimin tavanı bu sebeple delik deşikti. Bir sefer kapıya polis geldi. Dört senenin sonunda öğrendim ki sadece eski evlerin duvarı kalın. Sonunda ülkesine geri dönen piyanist bir arkadaşımın evine taşındım da gece gündüz çalışabildim. Piyano çok çalışma işidir. Aydın Gün bana çok küçükken ‘Kim daha çok çalışırsa o en iyi piyanisttir’ demişti. Onun bu sözüne çok inandım. Çok çalıştığın eseri iyi hazmediyorsun. Çaldığım her eserin hikâyesini de çalışırım.”
BABAM ÇOK TEHDİT ALIRDI
Emeç, sekiz yıllık eğitiminden sonra meşhur hoca Maria Curcio ile çalışmak üzere Londra’ya taşındı. Babası Hürriyet yazarı Çetin Emeç yoğun işleri sebebiyle kızını görmeye gelememişti ama gelecekti... Ona “Acele etme, geleceğim” demişti. Emeç: “Babam hep çok tehdit alırdı ve ben hep endişe ederdim. 1990 yılında tehditler artmış, babamın yazıları sertleşmişti.”
PİYANO BENİM İÇİN SU GİBİ BİR İHTİYAÇ
“Piyanoya dokunmak benim için su içmek gibi bir şey. Bir eserin bir sürü yorumu olabileceğini keşfedince yorumculuk daha büyük zevk oldu. Hayatı dolu dolu yaşamayı, bunu da piyano çalarak yapmayı seviyorum. Mozart’a, Schubert’e, Chopin’e bayılıyorum. Çalarken hep hayat hikâyelerini düşünüyorum. Bir ara Schumann’a kendimi kaptırmıştım. Parmağındaki bir sıkıntı yüzünden piyanistliği bırakmak zorunda kalıyor. Bunalımları müziğe inanılmaz yansıyor.”
YARIM BIRAKILAN HAYATI TAMAMLIYORUM
“Küçük yaşta yurtdışına gittiğim ve ailemden ayrı kaldığıma çok hüzünlendiğim için hep bir tarafım eksik kaldı. Göstereceğim performansın yüzde 75’ini gösterebiliyordum. Şimdiyse 30’lu yaşlarıma ışınlanmış gibi bir istek, şevk ve güzel umutlarla bu işi yapıyorum. O zaman yapamadıklarımı tamamlayabilmek için çalışıyorum. Babamın ölümü benim için çok büyük bir acıydı, hayat sonlanmış gibiydi. Yarım bırakılan bir hayat şimdi tamamlanıyor.”
TELEFON ÇALDI İÇİME KURT DÜŞTÜ...
7 Mart 1990 sabahı... Emeç: “İçime kurt düştü. İstanbul’daki evi aradığımda yardımcımız ‘Çetin Bey’i vurdular’ dedi. İstanbul’a döndüm. Babamın hayatını kaybettiğini öğrendiğimde dünya başıma yıkıldı. O zaman ‘Ne kadar mükemmel bir hayatım varmış’ diye düşündüm. Babamın Türkiye için ne kadar önemli bir isim olduğunu ölümünden sonra fark ettim. Onunla geçiremediğim zamanlarla ilgili hep pişmanlık duydum; keşke daha çok vakit geçirseydik...”
TÜRKİYE’DE YAŞAMAK BOYNUMUN BORCU
Emeç, zor zamanları daha da çok çalışarak aşmaya çalışmış: “Babam yaptığım işi çok önemserdi. Bugün hâlâ her konserime onun da beni izlediğini düşünerek çıkıyorum. Bana her şey babamı hatırlattığından uzun süre Türkiye’ye gelmekten kaçındım.” Sene 2000 olduğunda onu döndüren bir aşk olmuş: “Bir albüm yapmak için İstanbul’a gelmiştim. Eşim Özalp Birol ile tanıştık. Türkiye’ye dönmek niyetim hep vardı. Babam doğru bildiklerini yazdığı için hayatını kaybetmiş cesur bir basın şehidi. Ölene kadar Türkiye’de yaşamak benim de boynumun borcu.”
İLK SIRADAKİLERİN FISILTILARINI DİNLERİM
Emeç, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde profesörlüğe kadar yükseldikten sonra geçen eylülde çok özlediği sahnelere döndü. Bu nasıl bir duygu? Yanıtı: “Babam konserlerime hep geç gelirmiş, heyecanım geçtikten sonra daha iyi çalıyorum diye (gülüyor)… Şimdi sahneye çıkana kadar melodi kulağımda çalmaya başlıyor. Eskiden ilk sıradakilerin fısıldamalarını dinlerdim; ‘Elbisesi çok güzel, ne güzel çalıyor...”
patronlardunyasi.com