Biz, enflasyonu yüzde 1-2 seviyesine gerilemiş, sürdürülebilir büyümenin devam edeceği, kişi başına milli gelirin 15 bin doları geçeceği, AB üyesi olmuş, özgür dünyanın lider ülkeleri arasında yer almış güçlü ve müreffeh bir Türkiye hayali kuruyoruz.
Türkiye ekonomisi, 1980'li yıllarda, bir dünya ekonomisi olma yolunda tarihi adımlar attı. Demokratik açılımlarla desteklenen ekonomik serbestleşme çok kısa zamanda etkisini göstererek Türkiye'ye büyük bir sıçrama fırsatını verdi. Ancak ülkemizin her alanda başlattığı reformlar, özellikle de ekonomideki açılımlar 90'lı yıllar boyunca yapısal reformlarla desteklenemedi. Yüksek ve belirsiz enflasyon ortamı, büyümede istikrarsızlık, artan işsizlik ve yoksulluk, piyasalarda güveni etkileyecek siyasi istikrarsızlık ve belirsizlikler, krizler, hem Türkiye ekonomisinin ağır kayıplar vermesine, hem de serbestleşmenin aksak kalmasına yol açtı. Bütün bir Avrupa İkinci Dünya Savaşı'ndan yorgun ve yıkılmış olarak çıktığı halde kısa zamanda toparlanırken, hatta 80'li yıllara kadar dünyaya kapalı rejimler açıklık politikası izlemeye başlayıp bunda başarılı olurken, Türkiye 90'lı yıllarını heba etti. Kuşkusuz bu sürecin halkımız üzerindeki etkisi çok daha ağır oldu. Enflasyonun ekonomi ve siyaset üzerindeki olumsuz etkisi istikrarsızlığı körüklerken, aynı zamanda sosyal çöküntüye de zemin hazırladı. İşsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe paralel olarak göç ve terör olayları Türkiye'nin uzunca bir süre vakit kaybetmesine, ağır bedeller ödemesine yol açtı.
POTANSİYELİ MÜSAİT
Oysa Türkiye'nin potansiyeli, zenginlikleri, imkânları ve sunduğu fırsatlar tüm bu belirsizlikleri aşmak, hayalleri gerçek kılmak, Türkiye'yi kalkındırmak için yeterliydi. Türkiye, üretim için, ihracat için, uluslararası doğrudan yatırımlar için, istihdam için hem kendi yatırımcısına, hem de uluslararası yatırımcılara eşsiz fırsatlar sunan bir ülkedir. Bu zemini hazırlamak için ise kararlı, disiplinli, akılcı ve geleceği hedefleyen politikaları uygulamak gerekiyordu. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra milletimizden aldığımız güçlü iradeyle 18 Kasım'da hükümetimizi kurarken, 80'li yıllarda başlayan açılım sürecini hızlandırarak sürdürmek, kaybettiğimiz yılları telafi etmek ve Türkiye'yi dünya liginde hak ettiği güven ve itibara ulaştırmak gibi bir hedefimiz vardı. Yüksek ve belirsiz enflasyonla, istikrarsızlıkla, güvensizlikle, krizlerle kesintiye uğramış olan açılım sürecini yeniden başlatmak, ülkemizi potansiyellerine yaraşır bir ülke haline getirmek azmiyle yola çıktık. Demokrasi kalkınmanın ön şartıdır. Yola çıkarken biliyorduk ki, demokrasi adalet ve kalkınmanın en temel dinamiğidir. Bu inançla demokratikleşme ve insan hakları alanlarında tüm dünyada büyük yankı bulan, 'sessiz devrim' olarak nitelendirilen tarihi adımlar attık. Türkiye, 3 yıl gibi kısa bir süre içinde geniş bir toplumsal destekle gerçekleştirdiğimiz reformlar sonucunda Kopenhag Kriterleri'ni karşılamayı başardı.
AB'Yİ MİLLET İSTİYOR
Aktif dış politikamızla desteklenen bu süreçte AB üyeliğine kararlılıkla yaklaştık ve 17 Aralık 2004'te AB ile katılım müzakerelerinin başlamasını sağladık. Böylece 3 Ekim 2005'te de 42 yıllık tarihi yürüyüşümüzde en kritik merhaleyi geride bırakarak katılım sürecini başlattık. Bu adım, Cumhuriyetimizin kuruluş idealleri ve aziz milletimizin değişim iradesi doğrultusunda atılmıştır. Türkiye bu adımlarla artık, geri dönülemez biçimde bir güven ve istikrar ülkesi olmuştur. Bu yapısıyla da hem bölgesel hem de küresel ölçekte barış ve refaha, insanlığın ortak geleceğine önemli katkılarda bulunmaktadır. Özellikle 'çatışma kültürü'nün bir salgın hastalık gibi yaygınlaştığı günümüzde Türkiye'nin temsil ettiği değerlerin önemi çok daha büyüktür. Zira, Büyük Avrupa'nın oluşum süreci henüz tamamlanmamıştır. Türkiye'nin katılımı bu süreci olgunlaştıracak en önemli