Finans


Finansbank Genel Müdürü Sinan Şahinbaş, Türkiye'nin her açıdan yüksek büyüme rakamlarına ulaşmasının önemli olduğuna dikkat çekerek IMF ile anlaşma imzalandığı takdirde, 2010'da yüzde 4,5-5 oranlarında büyüme yakalanabileceğini söyledi.

Referans gazetesinde yer alan habere göre, IMF anlaşmasının hem yabancı sermaye akışını hızlandıracağını hem de kamunun borçlanma ihtiyacını azaltacağını kaydeden Şahinbaş, böylece bankaların reel sektöre daha fazla kaynak aktarabilmesinin de önünün açılacağını vurguladı.

Orta Vadeli Program'ın (OVP) kredibilitesi olduğunu kaydeden Şahinbaş, buna karşılık bir disiplin aracı olarak IMF anlaşmasının devreye girmesinin OVP'ye ilave kredibilite sağlayacağını ifade etti.

2010'da da bankacılığın önündeki en önemli riskin, bu yıl olduğu gibi, kredi riski olacağını belirten Şahinbaş, "Aktif pasif uyumu ikinci önemli risk. Faizlerin bu düşük seviyelerinden başlayabilecek bir yükseliş süreci risk iştahını iyi yönetmeyen bankalar için önemli bir tehdit olabilir" dedi.

3-4 yıl içinde bankacılıkta yeni bir konsolidasyon olabileceğini, yurtdışında birleşenlerin doğal olarak burada da birleşeceğini söyleyen Şahinbaş, Türkiye'de bundan sonra banka sayısının artmasından ziyade azalmasını beklediğini, ayrıca sıralamada da birtakım değişiklikler olabileceğini kaydetti. Finansbank Genel Müdürü Sinan Şahinbaş, Referans'ın sorularını şöyle cevapladı:

G-20'nin küresel ekonomik politikalar konusunda kazandığı etkinliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu platformda alınan kararların krizden çıkışta olumlu rol oynadığına katılıyor musunuz? Türkiye'nin de içinde bulunduğu bu platformun etkinlik kazanması Türkiye ekonomisine ne kazandırır?

Dünya ekonomisinde ağırlığın G-7 ülkeleri dışına kayması aslında yeni bir süreç değil. Ancak krizle birlikte bu ülkelerin sadece ekonomik ağırlığı değil, karar alma sürecindeki ağırlığı da artmış oldu. Böylece küresel ölçekte karar alma mekanizması, ülke ekonomilerinin gücünü daha iyi yansıtan bir yapıya kavuştu. Türkiye'nin bu platformun içinde olması, kısa vadede Türkiye ekonomisini doğrudan etkilemez. Ancak karar alma sürecine dahil olunması biz ve bizim gibi ülkelerin hassasiyetlerini ve önceliklerini daha iyi yansıtan ekonomik mekanizmaların kurulmasını kolaylaştırır. Dolayısıyla Türkiye'nin G-20 içinde yer almasının uzun vadeli ve dolaylı etkileri olumlu olacaktır.

Türkiye ekonomisinde krizden çıkışta ağır bir canlanma temposu izleniyor. Önümüzdeki yıl, baz etkisi nedeniyle büyüme oranlarının artması bekleniyor. Rakamlardaki artış yeterli olacak mı, yoksa üretim seviyesinin artırılması için sizce ek önlemlere ihtiyaç olacak mı?

Baz senaryomuz 2010'da Türkiye ekonomisinin yüzde 3-3,5 aralığında büyüyeceğini öngörüyor. Hem Türkiye'nin 2002-2007 dönemindeki performansıyla karşılaştırıldığında, hem de Türkiye'nin işgücüne katılan nüfusa iş bulma ihtiyacı değerlendirildiğinde, bu oranın yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Bu oranın yükseltilebilmesi için kullanılacak en önemli silah ise IMF anlaşması olacaktır; çünkü böyle bir anlaşma hem yabancı sermaye akışını destekleyecek hem de kamunun iç borçlanma ihtiyacını azaltarak bankacılık sisteminin reel sektöre daha fazla kaynak aktarabilmesinin önünü açacaktır. IMF anlaşması senaryosu altında önümüzdeki sene büyümenin yüzde 4,5-5 aralığında olması beklenebilir.

Bankacılık sektörü kârlı bir yılı geride bırakıyor ancak bundan sonrası için kârlılığın tartışmalı olacağı anlaşılıyor. Kârlılık açısından bankaların bundan sonra neler yapması gerekecek, hangi alanlara yönlenmesini bekliyorsunuz?
2010'un özellikle sektörümüzün kârlılığı açısından çok da pozitif olmayan beklentileri içerdiğini düşünüyoruz. Bankacılık sektörünün bu yıl ara dönemlerde açıklamış olduğu kâr rakamları, reel ekonominin küçülme trendine rağmen çok başarılı seviyelere vardı. Bunun en önemli sebebi faizlerin düşmesinden kaynaklanan mevduat faiz marjlarının olumlu olarak kârlılığa etkisidir. Bu durum aslında önümüzdeki yılın performansını öne çeken bir etken oldu. 2010'da bu marjların daralmaya başlaması ile genel olarak sektörün kârlılığına da olumsuz etki yapması mümkün olabilecek. Konjonktür, önümüzdeki dönemde reel ekonomide görülen yükselişle birlikte bankacılık sektöründe rekabetçi bir ortam yaratacak.

Gelecekteki bankacılık stratejisi genel olarak kârlılık ve verimliliği koruma, geliştirme ile ilgili çalışmalar yapmak üzerine yoğunlaşmaktadır. Segment olarak nelere önem vereceğimize gelince, bireysel segmente yönelik çıkartılan ürün ve hizmetler her daim önemini koruyacaktır. Bu segmentin içinde yer alan belli hedef kitlelere yönelik çalışmalar sadakati artırmak için yapılacak ve çapraz satış aktiviteleri ile hem müşteri sayısının artırılması hem de ilişkilendirme boyutunun derinleşmesine neden olacaktır. Bu, tüm bankaların izleyeceği yolların başında geliyor.

Tüm bankacılık sektörü olarak KOBİ'lerden kurumsal müşterilerimize kadar tüm ticari segmentteki paydaşlarımız ile el ele olmaya devam edeceğiz. Her zaman dediğimiz gibi, reel sektörsüz bankacılık, bankasız da reel sektör olamaz. Bundan sonra da aynı stratejiyi devam ettireceğiz diye düşünüyorum.

Hazine faizlerinin artık dibe yaklaşması, bankaları yeni plasman alanlarına yönlendiriyor. Sizce Hazine tahvil-bono ihracında nasıl bir faiz seyri izlenecek, endeksli kâğıt ihracı ne kadar artabilir? Kamu borçlanmasında, ek kaynak bulunmadığı takdirde, faiz cazibesi azalacağı için bir sıkıntı olabilir mi?
Bankacılık sisteminde aktif yaratma iştahının yeniden güçlenmeye başlaması ve 2010'da iç borç çevirme rasyosunun yüzde 100 seviyelerinde seyredecek olması, tahvil/bono faizlerinde aşağı yönü sınırlayan bir etken olarak karşımızda olacak. Ancak bu, politika faizindeki indirimlerin tahminlerden daha uzun sürmesi halinde, bu indirimlerin tahvil/bono piyasasına hiç yansımayacağı anlamına gelmiyor. Borçlanma enstrümanları konusunda ise halen endeksli kâğıtlar için piyasa talebi yüksek ve Hazine'nin de şimdiye kadar bu konuda piyasanın tercihlerini gözeten bir strateji izlediğini gördük. Bu stratejinin önümüzdeki sene de kullanılacağını ve Hazine'nin piyasada endeksli kâğıtlar için oluşacak talebi karşılayacağını düşünüyoruz.

Bankalar, Hazine kâğıtları yerine, bundan sonra plasman ağırlığını kredi kullandırmaya ne kadar verebilirler? Zaten güçlü olan reel sektör firmaları kredi temin edemiyor mu? Bankaların kredilerde aşırı rekabete girmesi beklenmeli mi, böyle bir eğilim ileriye dönük olarak bankalarda ve sektörde sıkıntı yaratmaz mı?

Genel kanı faizlerin düştüğü, dolayısıyla sermaye kazancı olasılığının azaldığı bir ortamda bankaların bilançolarında bonoların oranını azaltıp kredilere ağırlık verecekleri yönündedir; ama bu, pratikte pek de geçerli bir mekanizma değildir. Kredilerdeki kârlılıkla bono portföyünün kârlılığını birebir karşılaştırmak doğru olmaz; çünkü müşteri ilişkisi, piyasa payı, çapraz satış gibi çok önemli başka kriterler söz konusudur, bir banka için öncelik daima kredi tarafındadır, kalan kaynakların değerlendirilmesinde de bono alternatif teşkil eder.
Kredi piyasasında rekabetin artacağı muhakkak, çünkü eğer faiz düşüşünün sonuna geldiysek önümüzdeki dönemde tüm bankalar için 2009'un ilk 3 çeyreğindeki performans ciddi bir baskı unsuru olacak. Ama kâr baskısı rekabet artışındaki tek neden değil. Kriz psikolojisinin yavaş yavaş geçiyor olması büyüme, pazar payı gibi ertelenmiş hedefleri tekrar gündemin önüne çekecek ve bu da yine piyasaya rekabet getirecek.

Krizin en önemli etkilerinden birisi de kredi piyasası segmentleri arasındaki farkın açılması oldu. Artan risk algısıyla bir "kaliteye kaçış" olgusu yaşadık, güçlü firmalar çok rahat ve düşük maliyetlerle kredi bulurken daha riskli segmentin hayatı kriz öncesine göre çok daha zor hale geldi. Rekabetle birlikte bu trendin yavaş da olsa geri dönmeye başlayacağını öngörebiliriz.
Bir diğer çok önemli etken likidite. Hem dünyada hem de Türkiye'de merkez bankaları piyasayı likit tutacakları taahhüdünü açıkça verdiler ve dünya ciddi bir canlanmaya dönene kadar bu likidite piyasada olacak. Bankaların bilançolarının pasif tarafında bu likiditenin rahatlığını, hatta baskısını hissedecekleri bir dönemde daha rahat hareket edeceklerini öngörebiliriz.

IMF ile anlaşma yapılması ve yüklü bir dış kaynak temini, Türkiye ekonomisi ve bankacılık sektörünü nasıl etkiler? Anlaşma olmadığı takdirde sadece OVP ekonomide güvenin sağlanması için sizce yeterli olur mu?

IMF anlaşması bankacılık sektörünü hem kamunun iç borçlanma ihtiyacının azalması hem de genel olarak Türkiye'ye yönelik sermaye/kredi akışının artması kanallarıyla olumlu etkileyecektir. Bu kanallar yukarıda belirtildiği gibi ekonomik büyümenin de ivme kazanmasını destekleyecektir. OVP ise IMF desteği öngörülmeden hazırlanmış bir program ve bu çerçeve içinde ulaşılabilir hedefler içeriyor. Dolayısıyla OVP'nin kredibiliteye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak IMF anlaşmasının çok önemli bir disiplin aracı olduğu ve OVP'de öngörülen hedeflere özellikle maliye politikasına ilişkin olarak ilave kredibilite sağlayacağı yadsınamaz.

Bankacılık sektöründe 2001 yılında başlayan süreç sizce hâlâ devam ediyor mu? Bundan sonra sektör nasıl bir şekil alır? Yeni bir konsolidasyon süreci beklenmeli mi?

2001 sürecinin sancılarını o dönem yaşadık ve dönemin tüm zayiatını gene aynı dönemde verdik. Türkiye'deki bankacılık sektörüne bakarsak aslında bu krize oldukça kuvvetli girdiğimiz söylenebilir. Yurtdışı piyasalarda toparlanma sinyalleri almaya başladıktan sonra bu krizi oldukça rahat atlatmış olduğumuza inanıyoruz. Bundan sonraki dönemde Türkiye'deki yabancı yatırımların yurtdışındaki hareketlerinin bizleri de etkileyeceğini düşünüyoruz. Ancak bu etkilenmenin 2001 gibi sonuçlar doğuracağını düşünmüyoruz. 3-4 yıl içinde bankacılıkta yeni bir konsolidasyon olabilir. Yurtdışında birleşenler doğal olarak burada da birleşir. Türkiye'deki yatırımları başarılı olduğu için yurtdışında sıkışan bankalar başka birine buradaki yatırımlarını satabilirler. Dolayısıyla Türkiye de bundan sonra banka sayısının artmasından ziyade azalmasını bekliyorum. Ayrıca sıralamada da bir takım değişiklikler olabilir.

BANKALARIN SERMAYE YETERLİLİĞİ KARNE DEĞİLDİR

Bugün bankalarımızın bilançolarının aktif-pasif yönetimi çok dikkatli yapılıyor ve bankalarımız ne kur ne de faiz riski taşıyorlar. Dolayısıyla piyasada oluşabilecek ani bir bozulmanın sermaye kaybı etkisi çok sınırlı olacaktır ki krizde de bunu yaşadık. Sermaye kaybına yol açabilecek bir diğer etken, kredi geri dönüşlerinde oluşabilecek bir kötüleşme. Bu risk ancak krizin derinleşerek yıllarca sürmesi durumunda söz konusu olacaktır. Canlanma geciktiği takdirde, var olan kredilerde sorunların oranı artabilir ama yeni kredi artışı da yavaşlayacağı için bankaların bir sermeye yeterliliği sorunu yaşaması durumu söz konusu olmaz. Sermaye yeterliliği bir karne değil, o bankanın ne kadar risk alabileceği, yani ne kadar iş yapabileceği üzerine getirilmiş bir sınırlamadır. Bugün gelişmiş ülkelere baktığımızda, bu sınırlamadan en uzakta duran sistemlerden birisi Türkiye'dir.

ŞAHİNBAŞ'A GÖRE EN CİDDİ 5 RİSK

1- Dünya bankacılık sistemindeki kırılganlıklar tamamen giderilmediği gibi, kalıcı büyümeyi sağlayacak bir nihai talep artışından söz etmek henüz mümkün değil.
2- Politika desteklerinin vaktinden erken sona erdirilmesi ya da enerji fiyatlarında yükselişe yol açabilecek jeopolitik riskler de küresel ekonomik canlanmayı rayından çıkarabilir.
3- Türkiye'ye özgü risk faktörleri olarak ise dış finansman ihtiyacı özellikle şirketler kesiminin dış borç çevirme rasyosundaki düşük seyir ve Hazine'nin yüksek iç borçlanma ihtiyacı.
4- 2009 yılında bankalar için en önemli risk kredi riski oldu. 2010'da da bu durum değişmeyecek. Kredi riskini iyi yönetebilen banka diğer bankalara göre öne çıkacak.
5- Aktif-pasif uyumu diğer önemli risk. Faizlerin bu düşük seviyelerinden başlayabilecek bir yükseliş süreci risk iştihanı iyi yönetmeyen bankalar için önemli bir tehdit olabilir.