Murat Ülker yazdı... Hoşgörü mümkün mü

Murat Ülker yazdı... Hoşgörü mümkün mü

Murat Ülker, sosyal medya hesabından Thomas Bauer’in “Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı bir İslam Tarihi” kitabına dair fikirlerini yazdı.

Murat Ülker yazdı... Hoşgörü mümkün mü
16px
24px
25.04.2022 08:36
ABONE OLgoogle

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi Murat Ülker sosyal medya hesabı üzerinden “Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı bir İslam Tarihi” kitabına dair fikirlerini yazdı. Murat Ülker yazısında “Müphemlik hoşgörüsü” ve “müphemlik kültürü” kavramları üzerinde durdu.

Murat Ülker’in “Dogmalar Çok Görüşlü olabilir mi? Tolerans (Hoşgörü) Mümkün mü?” başlıklı yazısı şöyle:
“Bugün size aslında Albaraka Yayınları’ndan çıkan Thomas Bauer’in Dünyanın Tekdüzeleşmesi Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine isimli kitabını özetleyip yorumlayacaktım (1) ama baktım aynı yazarın İletişim yayınlarından daha önce çıkan Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı bir İslam Tarihi (2) kitabından söz etmem gerekiyor; bu yüzden bugün önce ilk yazımda bu kitaba yer vermeyi uygun buldum.

Hatta bugün farklı bir şey daha yapıp söz konusu kitabı iyice irdeleyen bir röportaj, bir de eleştiri yazısını özetleyip, bakış açımı aktaracağım. Röportajda kitabın çevirmeni Tanıl Bora Gazete Duvar’dan İsmail Özkan’a verdiği röportajda (3) Aydınlanma'yla başlayan ve Modern dönemle derinleşerek gelişen, metnin anlamının kesin olması ve hiçbir farklı okuma biçimine açık olamayacağı yönündeki eğilimin dini düşünceyi fundamentalizme ittiğini belirtiyor.

Bu eğilimin hoşgörüyü zaafa uğrattığını söylüyor. Yazar Bauer’in tek tip bir Aydınlanma okuması yaparak herkese cömertçe dağıttığı müphemlik hoşgörüsünü (çok görüşlülük) Aydınlanma'dan esirgediğini belirten Bora, müphemliğin kayıtsızlık anlamına gelmediğini ve insanın metnin anlamını yakalama arayışının bir ürünü olduğunu dile getiriyor.

Dini metinlerdeki çok anlamlılığı da kapsayan bir müphemlik hoşgörüsünün beraberinde getireceği imkânları tartışan Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü kitabı Doğu ve İslam üzerine çalışan çevrelerde ilgiyle karşılandı. Özellikle Aydınlanma döneminde başlayan ve günümüze kadar giderek güçlenen bir şekilde gelen kesinlik, gücünü sadece akademilerde ve bilim çevrelerinde değil, gündelik hayatta da tahkim etmiş görünüyor. Hayatımıza hakim olan bu eğilim, daima kesinliği öğütlemiş ve müphemliğin avantajını göz ardı etmiş görünüyor. Oysa Bauer bu çalışmasında, kesinliğin aslında hiç de öyle zannedildiği gibi bir avantaj olmadığını, bizleri müphemliğin getirdiği hoşgörüden mahrum bıraktığını kanıtlamaya çalışıyor. 

“Müphemlik hoşgörüsü” kavramı ve “müphemlik kültürü” mefhumu bana sevimli geldi. İslam Dini bahsinden ayrı, öncelikle dünyayı yorumlamanın, tarihe bakmanın bir yordamı olarak ufuk açıcı geldi. Bauer’in bunu İslamiyet tarihini okumanın bir merceği olarak kullanması da etkileyici olmuş. (Bu arada müphemlik sözcüğünün yerine çok görüşlülük, geniş görüşlülük sözcüklerinin anlatılan kavrama daha doğru bir karşılık ve tercüme olduğunu düşünüyorum.)

Thomas Bauer’in 2018de yayımlanan ve 2019da Almanya’da yılın araştırma kitabı ödülünü alan kitabının adı: “Neden bir İslam ortaçağı olmadı?” Bauer bu kitapta en baştan, “Ortaçağ” kavramının zaten genel olarak açıklayıcı olmadığının, çünkü evrensel olmadığının, Avrupa-merkezci olduğunun ve esasen genel ve afakî bir “karanlık çağ” imgesiyle özdeşleştirildiği için de manasızlaştığının tezini ileri sürüyor.

“Yazar aydınlanmayla müphemlik arasında bir karşıtlık kuruyor. Kapitalizmle de aynı türden bir karşıtlık kurulabilir mi sizce?” sorusuna siyaset bilimci, çevirmen Tanıl Bora’nın cevabı şöyle:

Bu Bauer’in bence de haklı olarak en fazla eleştirildiği noktalardan biri, Aydınlanma’ya epeyce “düz” bakması. Büyük ölçüde pozitivist-determinist, “muhafazakar” diyebileceğimiz ve olmuş bitmiş, monoblok bir Aydınlanma kabulüne dayanması. Yani basitçe, Aydınlanma’dan müphemlik hoşgörüsünü esirgemesi! Kapitalizmin kesinlik isteyen ve müphemlik hoşgörüsünü baltalayan etkisine de değiniyor Bauer. Elbette Aydınlanmayla kapitalizm alâkalılar, fakat tastamam örtüşmüyorlar, “aynı şey” değiller.

“Kitapla ilgili yaptığınız bir sunumda fundamentalizmin illa ki dini olması gerekmez demiştiniz biraz açar mısınız? Ateist fundamentalizm de olabilir mi?” sorusunu bize şöyle cevaplıyor:

Fundamentalizm, Türkçeye “köktendincilik” diye çevrildi. Oysa, düz çevirisi “temelcilik” veya “temelselcilik” olurdu; “kurucu ilkelere, ilk kaynaklara dayanma yanlısı olmak”tır anlamı. Her dinî hareketin veya siyasî, fikrî, kültürel akımın fundamentalizmi olabilir. O akımın kuruluş mitolojisine katı sadakat ve onun etrafında bir püritanizm... “İlerici” kabul ettiğimiz akımların da fundamentalizmleri olabilir bu bakımdan. Ateizmin fundamentalizmi nasıl olur bilmiyorum, çünkü kurucu ilkeleri, kuruluş mitolojisi olan bir akımdan söz etmiyoruz. Ama yine bütün akımlar ve bütün izm’ler gibi ateizmin de fanatizmi olabilir.

Röportajın geri kalanında Bora’nın özet olarak kitapla ilgili görüşleri şöyle:

“Bauer'e göre dinlerin müphemlik hoşgörüsüne “ihtiyacı” vardır. Bunu iki nedene bağlıyor. Birincisi, dinler aşkınlık fikrine, aşkınlığa bağlıdırlar; hakikatin tamamına hakim olamayacaklarını, tam ve kesin bilemeyeceklerini kabul ediyorlar. (Yani, Gayba iman ediyorsunuz ve bilebilecekleriniz size indirilen ilahi mesajla sınırlıdır.) Bu, müphemliğe alan açar. İkincisi, din her şey bir yana (tebliğ) iletişimdir. Bauer’e göre, insan-insan ve insan-tanrı iletişimidir, her iki iletişim düzlemi de ister istemez müphemliğe alan açar. Kutsal metinlerin dilinin müphemliği de bunu teyit eder.

Bauer, müphemlik hoşgörüsünün yegâne kaynağının dinler olduğunu söylemiyor. Kaynaklarından biri olduğunu söylüyor. Ve dinlerin bütün yorumlarının, bütün akımlarının, bütün pratiklerinin bu çizgide şekillendiğini de söylemiyor. Dinlerin fanatik yorumları da vardır, gayet de güçlüdür. Zaten Bauer İslam dairesinde fanatizmin gelişmesinde, modern zamanlarda müphemlik hoşgörüsünün gerileyip kesinlik basıncının artmasını önemli bir etken olarak görüyor.

Bora devamında; Reel-İslamcılık tabirini kullanayım, reel-İslamcılık açısından kilit fıkıh kaidesinin “zaruret haramı mubah kılar” olduğunu düşünüyorum. Bu kaidenin alabildiğine geniş yorumunu kastediyorum; İslâmcılığın “kanaat önderleri,” gündelik hayattan siyasete her alanda, icaba göre her şeyi zaruretten ötürü mubah kılan “ruhsatlar” tevzi ediyorlar. Bu “icaplarda” yüzyıllardan beri devletin, “ululemr”in hükmü belirleyicidir; yine epey bir zamandır da piyasanın, az evvel şerle andık, kapitalizmin hükmü belirleyicidir. Yanı sıra, başta erkek milletinin tahakküm “ihtiyaçları” olmak üzere, nice “enaniyet” hırsı belirleyicidir. Bazen de, hayatın sahiden “kitaba uymayan” basit, gündelik ihtiyaçları belirleyicidir. İslami bakış açısından, bu “zaruret” kapısının sekülerleşmeye alan açmasından yakınılır, biliyorum. Burada düşündürücü olan, sekülerlik meselesi mi? Yoksa araçsallaştırıcı bakışa, oportünizme, riyakârlığa açılan geniş alanlar mı? Bence ikincisi; zira bu kapı, sekülerlikten önce de açıktı.”

Girişte sözünü ettiğim kitap eleştirisi ise Giresun Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nde öğretim elemanı Refika Soyal’e ait (4). Soyal müphemlik kavramını Bauer’in modern Batı açısından ele aldığını, Batı’da azalma eğilimindeki müphemlik hoşgörüsünü on alt başlık halinde din, sanat, ekonomi ve politika sahalarındaki temelleri ve tezahürleriyle irdelediğini belirtiyor. Ayrıca bu bağlamda modern Batı ile girdiği diyalektik sonucunda kesinlik arayışına yönelen günümüz İslam toplumlarına dair bir dizi eleştiri ortaya koyduğunu ifade ediyor.

Soyal başta Müslümanlar olmak üzere Şark’ı, Batı’yı model almaktan men eden Bauer’in bu bağlamda tarihsel ve modern gerçekliğe dair pek çok gerekçe sıraladığını belirtiyor. Ve şöyle devam ediyor: “Her şeyden evvel Batı, Orta çağ tarihi boyunca katı dini ekol ve algıları yanında Hristiyan mezhep kavgalarına sahne olmuştur. 17ci asırdan itibaren Katolik kilisesinde yeniden baş gösteren müphemlik hoşgörüsüzlüğü 18ci yüzyılda yanılmazlık ilkesi ile tescillenmiştir. İslam dünyasında farklı unsurların hoşgörüyle karşılandığı bu dönemde Hristiyan Alemi her biri mutlak hakikati elinde bulundurduğu noktasında en ufak şüphe duymayan mezhepleri (Katolik, Protestan vb) arasındaki derin ihtilaflarla karşı karşıya kalmıştır. Tarihinin başlarında karşılaşılan tüm soru ve sorunlara cevap verme zorunluluğu öngörmeyen kilise; kadının konumu, bireysellik gibi konularda ileri adım atmak şöyle dursun, her geçen gün hayatın daha fazla alanına müdahil olmaya başlamıştır. Tanrı kelamına yapılan atıflarla merkezden dayatılan dünya görüşü ve ilkelerini dikte etme eğilimindeki tavırlar günümüze kadar devam etmiştir.”

Soyal Bauer’in Kalvinist örneğini ise şöyle açıklıyor: “Pek çok fundamentalist ideolojide olduğu üzere Kalvinist geleneğinin temel unsurlarından biri de mutlak hakikatçiliktir. Calvin’e göre İncil hükümleri mutlak sarahat ve sınırsız bağlayıcılık arz eder. Hakikatin alternatif terimi ise muhtemelliktir. Geleneksel İslam hukukçusunun iddia ettiği de hakikatin keşfi olmayıp aksine güçlü gerekçelerle temellendirilmiş “muhtemel doğru”yu ortaya koymak şeklinde idi. Benzer şekilde demokratik parlamentolar da her bir ihtimale riayet edilerek ulaşılan orantılı çözümü vadederler. Yine Calvin’in öngördüğü Hristiyan toplum tasarımına göre yeni bir şey üretmek yerine her şeyi en eski, en nezih temsilci ve örneklere dayandırmak gerekir.” (Benzer yol geleneksel İslam uleması tarafından da benimsenmemiş midir?)

Bauer’in Avrupa kıtasındaki Hristiyan yoğunluğa işaret ettiğine değinen Soyal, böylesi bir dışa kapalılık örneğine başka hiç bir kıtada rastlanmadığını belirttiğini ifade ediyor:  “Bölgeye farklı unsurların yerleşmesi pek mümkün olmamış; bazen Yahudi toplulukları bu imkanı bulsalar bile sadece tolere edilmişler, sonra siyasi koğuşturma ve katliama maruz kalmışlardır. Bu çerçevede Batı’daki çok kültürlü ortamı tartışmaya açan Bauer’e göre iş gücü ihtiyacına binaen farklı etnik gruplara kapıların açıldığı 60lardan günümüze çok kültürlü toplum yapısı karşısında günden güne hoşgörüden uzaklaşan Batı’da sosyo ekonomik zorunluluklara istinaden burun kıvırarak kabul edilen mevcut zorunlu eşitlilik aslında eşitlilik bile sayılamaz.“

Bu çerçevede Bauer, kendi tarihinde bir “Orta Çağ” yaşamamış olan İslam toplumlarının, daima din içi mezhep mücadeleleri ile uğraşan Hristiyan Aleminin Doğu’ya gönderdiği misyonerlere gösterdiği saygı ve hoşgörüden söz ediyor, diyen Soyal; “Bu dönemde Asya ticaret yolları üzerindeki bölgelerde farklı toplum mensupları ana dilleri ve kültürlerine özgü giyim tarzları ile günlük hayatı paylaşmış, ayrı mabetlerde farklı din mensupları olarak ibadet edebilmişlerdir. Ne var ki 19cu asırdan itibaren Batı’yı model alarak kesinlik arayışına girmeleri nedeniyle İslam toplumlarında mutlak hakikatçilik ve mutlak kayıtsızlık eğilimleri baş göstermiştir. Bir başka izah şekli, ekonomik ve askeri bakımdan köşeye sıkışmışlık hissiyle Şark, din referanslarını netlik/kesinlik bakımından gözden geçirme sürecine girmiştir. Kesinlik arayışı ve müphemlik karşıtlığı neticesinde fundamentalizm ve mutlak kayıtsızlık şeklindeki iki kutup arasında kalan din, üstelik sadece İslam toplumlarında değil, Hristiyanlık ve Budizm kapsamında da “orta”sını yani vasatını kaybetmiştir. Kayıtsız yönelime göre bir şey matematiksel kesinlikle ifade edilemiyorsa daha az değerli ve daha az önemlidir. Şayet müphem olanın acilen net bir ifadeye kavuşturulması elzem görünüyorsa en genel haliyle fundamentalist refleksler teşekkül eder” diyerek bu noktayı özetliyor. 

Soyal’in Bauer’in fundamentalizmle ilgili görüşlerini özetlediği satırları ise şöyle: Fundamentalizm katışıksız olan; tek anlamlı, kesin ve nettir; böylece izaha muhtaç yahut yoruma açık değildir. Fundamentalist yönelim, bileşensiz olanın tespiti sürecinde politik ya da dini bir otorite arar; bu merci ise lider, merkez heyet yahut kendini halife ilan eden biri olabilir. Örneğin selefilikte bir şekilde meşruiyet ve otorite kazanan lider, kendine has bir hükmü tek bir hakikat sıfatıyla sunar. Her kim onu benimsemeyecek olursa mürted ve sapkın ilan edilir. İslam peygamberinin bir sözüne dayandığı üzere “İhtilafta ümmet için rahmet vardır.” söylemi ve algısından sonra ihtilaf; yanılgı ve anlamsız muhalefet addedilir olmuştur. (Ümmetimin ihtilafı rahmettir, daha doğru bir çeviri ve burada ulaşılan sonuca Bauer’in nereden vardığı ise bana göre biraz müphem açıkçası) (https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-ihtilafi-rahmettir-hadisini-aciklar-misiniz)

Soyal Bauer’den alıntılamaya devam ediyor: “Yazara göre kıraat farklılıkları konusunda getirilen orta yollu çözüm, tefsirlerde var olan yorumların bir renklilik addedilip yeni yorumların öncekileri iptal etme iddiasının aksine sadece bir katkı olarak ortaya koyulması gibi örnekler İslam geleneğinde müphemlik hoşgörüsünün kanıtlarındandır. 19ncu asrın ikinci yarısına kadar klasik İslam hukukçuları benzer şekilde şeriatin kesin ve net olarak bilinebilir nitelikte olmadığı görüşünden hareketle esneklik ilkesini öngörmüşlerdir. 20nci asrın bin yıl öncesinde neredeyse hiç uygulanmamış olan ağır fiziksel cezalar günümüzde birtakım radikal dini gruplar tarafından yeniden gündeme getirilmektedir. Esasında bu eğilim, Orta Çağ’a dönüş olması şöyle dursun; tamamen totaliter İslam ideolojisine dair modern bir icattır.”

“Yazarın eserine taşıdığı bir başka tespite göre ise İslamist oluşumlarda otoriteler sıklıkla İslam ilimleri tahsil etmiş kimseler olmayıp doğa bilimciler, tıpçılar ve mühendislerdir. Bir araştırmaya göre mühendisler İslamcı hareketlerde terör suçlularının %45ini oluşturmaktadır” diyen Soyal şöyle ekliyor: “Yazar bu durumu zımnen pozitif bilimcilerin kesinlik arayışı ile irtibatlandırmaktadır. Her halükarda müphemlik hoşgörüsüzlüğünün sonuçlarından olan fundamentalizm ve kayıtsızlık yönelimlerinin aynı zamanda bir etki/tepki ilişkisinden de söz edilmelidir. Bauer'e göre sanat da tıpkı din gibi özünde barındırdığı müphemliğe bağlı olarak gelişimi için müphemlik hoşgörüsüne muhtaçtır; Özü itibarıyla sanat, yoruma açık olmalıdır; farklı algı ve tasavvur uyandırmayan eser sanatsallıktan uzak sayılır. İki ayrı ötekinin varlığından yola çıkılması imtiyazcı ve tekelci bir hürriyetin aksine simetrik bir özgürlük tanımına ulaşmayı gerektirir.

 Bauer’in söz konusu ettiği hürriyet; azınlık ve güçsüz olan başta olmak üzere “farklı olanın” yahut muhalifin özgürlüğüdür. Zira hoşgörü; öznenin kendisi yahut benzerlerine değil, aksine kendisinden farklı durum ve nitelikte bulunan muhataplarına yönelik tavrını ifade eder. Hoşgörüsüzlük güdüsel; hoşgörü akli ve iradi bir tutumdur. Belli bir kültürde müphemlik hoşgörüsünün hakim olduğu dönemi müphemlik karşıtlığının güçlendiği bir başka dönem takip edebilmektedir.

Soyal son olarak Bauer’in niyetini şöyle açıklıyor: “Böylece yazar tespitleriyle ekonomik, siyasi ve sosyal birtakım zorunlulukların ötesinde ahlaki bir ödev olarak, elbette ötekine karşı hoşgörünün daha güçlü temellere oturtularak küresel anlamda değişen paradigmalara uygun biçimde güncellenecek siyasi yaklaşımlara zemin hazırlanmasını gündeme taşımaktadır.”

Açıkçası müphemlik konusunda düşünmemizi sağlayan Bauer’i Hristiyan ve İslam Tarihi’nin pek desteklediğini düşünmüyorum. Zira Avrupa'da, Habsburglarla Borbonlar arasında otuz yıl süren savaş görünüşte dinsel nitelikli savaşlardır. Savaşın temel nedeni ise Protestan-Katolik dini çatışması olsa da, savaşa katılan büyük devletler siyasi çıkarlar için savaşmışlardır. Kadir Demirci ve Muhammed Salih Azzan’ın “Mezhep Çatışmalarının Sebepleri” başlıklı makalelerinde (5) bu konuyu çok iyi özetlediklerini düşünüyorum. 

İslam tarihinde çeşitli nedenlerle ortaya çıkmış bulunan mezheplerin birbirleri ile olan çatışmalarının sebeplerini ortaya koymaya çalışan yazarlar şöyle açıklıyorlar: 
“Mezhepler insanın farklı algı ve tasavvurlarının tabii bir sonucu olarak zuhur etmiş ilmî ve fikrî yapılardır. Birbirinden farklı bakış açısı ve görüşlere sahip mezheplerin birbirleriyle ilmî ve fikrî bir mücadele içinde olmaları, düşüncelerini karşılıklı tartışmaları da tabii bir süreçtir. Ancak, tabii olmayan mezheplerin birbirlerinin varlığını tehdit edercesine bir gerilimin ve çatışmanın içine girmeleri, birbirlerini ötekileştirmeleri, birbirlerini tekfir etmeleri ve hatta birbirlerini yok etmeye varacak boyutta şiddet içeren bir nefret ve kin girdabına düşmeleridir. Müslümanların birliğinin önündeki en büyük engellerden biri mezhepler arasındaki çatışma problemidir. Mezhepler arasındaki çatışma Müslümanlar arasındaki sevgi ve saygıyı ortadan kaldırmakta, kin ve nefreti doğurmaktadır. Mezhepler arasındaki çatışma problemini çözmek için atılması gereken ilk adım bu çatışmaya sebep olan hoşgörüsüzlüğün kaynaklarını tespit etmek ve bunlar üzerinde bir görüş birliğine varmaktır. Daha sonraki aşama ise üzerinde ittifak edilen çatışma sebeplerini ortadan kaldıracak adımlar atmaktır.”

Yazarlar daha sonra da mezhepler arasındaki çatışmanın önemli sebeplerini şöyle ortaya koyuyorlar:

1. Ümmet bilincinin yitirilmesi

2. Ahlakî sebepler 

3. Güç ve İktidar mücadelesi

4. Hadis uydurmacılığı

5. Dini metinlerde yapılan tasarruf ve teviller.

 6. Dinde olmayan referanslar oluşturmak ve bunları kutsallaştırmak

7. Bilgiye ulaştıran araştırma yöntemlerinde yanlışlıklar ve ihmaller yapmak 

8. Farklı düşünceye olumsuz bakmak ve farklılıkları engellemeye çalışmak

9. Dinin sabitelerinden olmayan hususları dinin sabiteleri gibi gösterip sabiteler alanını keyfi olarak genişletmek ve bunları zaman içinde itikadî düşüncelere dönüştürmek.

Tabii İslam tarihinde bilhassa Emevilerin yıkılışı ve Abbasilerin iktidara gelişi, Fatimiler, Selçuklular, Osmanlılar gibi birbirini takip eden devletler tarihinde iktidar sağlamlaştırılana kadar ve Osmanlı ile Timur arasındaki mücadeleleri sadece mezhep veya iktidar savaşı değil birbirilerini etkileyen sosyal hadiseler olarak görmek uygun olur. Hatta günümüzde Sünni/Şii (Hicaz/İran), Arap/Arap (Hicaz/Katar) ve benzer ihtilaflarda sebepler sadece mezhep veya iktidara indirgenerek anlaşılamaz.

Şimdi mesela konuyla ilgili iki okuma linki vereceğim. Bu linkler karşıt olmamakla beraber aydınlatıcı olduğu kadar, kafa karıştırıcı da gelecektir, şayet konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi değilseniz. Müphemlik ve Çeşitlilik, hatta hoşgörünün öğrenilmesi gereken bir kültür olduğunu anlayacaksınız. (6) (7)
Açıkçası Thomas Bauer ve diğer kaynakları son verdiğim örnekteki açıklamaları düşünerek değerlendirmenizde yarar var. Demiyorum ki Bauer yanlıştır, çalışması değerli değildir, İslam tarihine farklı bir okuma yaptığı, yeni bir kavramla bazı şeyleri açıklamaya çalıştığı doğrudur, ama İslam dünyasını, Müslümanlığı, yaşadığı sorunları, bu sorunları yaşatanları tek kavrama indirerek açıklamak, indirgemeci bir yaklaşım olur ve doğru değildir. Kendisinin de ifade ettiği gibi bu konuda çok görüşlü okuma yapmak ve yüzyıllardır çeşitli saldırılar altında olan dinimizi değerlendiren “yabancı” kaynakları okurken bir “acaba”yı kendimizden esirgememek gerekir.”


(1)Bauer, T. (2019). Dünyanın Tekdüzeleşmesi Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, İletişim Yayınları, ss.408.
(2) Bauer, T. (2022) Dünyanın Tekdüzeleşmesi – Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, Albaraka yayınları, ss.140.
(3)https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/08/22/tanil-bora-muphemlik-insani-ozgur-kilar-dusunceyi-dinamiklestirir
(4)Soyal R.(2021). Müphemlik Kültürü ve İslam, Dini Araştırmalar Dergisi, c.1, s.2.
(5)Demirci K. ve Azzan M.Y.S (2018) Mezhep Çatışmalarının Sebepleri, Eskirşehir Osman Gazi Üniversitesi, c.5, s.9.
(6) https://dinisualler.com/fikih-tarihi/hanefiler-ile-safiiler-hic-savasti-mi/
(7) https://www.gzt.com/gercek-hayat/gelenegi-yok-sayan-dini-de-yok-saymistir-3647616

E-Bülten Aboneliği
İş, Ekonomi ve Cemiyet hayatının özel gündemi Patronlar Dünyası'nda... Günlük E-Bülten'imize abone olun, Patronlar Dünyası ayrıcalıklarını yaşayın.
Patronlar Dünyası ile Bir Adım Önde