Sabancı eski CEO'su: Sakıp bey bugün olsa susmazdı!

Sabancı eski CEO'su: Sakıp bey bugün olsa susmazdı!

Sabancı Grubu'nun eski CEO'su Hazım Kantarcı, konuştu: Rahmi Koç'un gönderdiği mektupta ne var?

Sabancı eski CEO'su: Sakıp bey bugün olsa susmazdı!
16px
24px
25.05.2015 05:57
ABONE OLgoogle
Sabancı Grubu'nun eski CEO'su Hazım Kantarcı, Türkiye'nin son 40 yılında, Ankara ile işadamları hattındaki iklimi yakından tecrübe eden bir isim. Türkiye'nin ilk CEO'larından Kantarcı aynı zamanda ülkedeki otomotiv sektörünü inşa eden kıdemli profesyonellerin de başında geliyor. Kantarcı'yla Bursa grevini, patronlar katının grevlere bakışını, ayağına basılan ve ayağa basanın her dönemde yeniden belirlendiği "patron-Ankara dansını" da konuştuk.

- Bursa'daki greve dair güncel sorulardan önce sizin döneminizi soralım. Sizin karşılaştığınız en uzun grev ne kadar sürmüştü?

109 gün! 1988 yılında BRİSA çalışanları önce 25 gün, 1990'da 109 gün greve gitmişti. Ben de o dönemde BRİSA'nın genel müdürüydüm. 109 günlük o grevinin ertesinde hepimizin hayatında yeni bir sayfa açılmıştı.

- Nasıl?

Uzun grevin ardından sendika yönetimi ile bir araya gelip, karşılıklı hataları açık yüreklilikle konuşmakla başladı her şey. İşçilerin sendikası LASPETKİM-İŞ Sendikası Genel Başkanı Vahdettin Karabay'la baş başa bir öğle yemeği yedik. "Siz devamlı greve gidiyorsunuz, biz de çalışanlar da kaybediyoruz. Hem şirketin rekabet gücünü hem de çalışanların yaşam şartlarını kollayan yeni bir yol bulabilir miyiz? Açık yüreklilikle söyleyin" diye sordum. O dönemde bazı sendikacılar grev yapmazlarsa seçilemezlerdi. Böyle bir durum da vardı. "Grev bu işin raconu, dersen ona göre davranırız. Gönlümüz iki tarafın da mutlu olduğu yeni bir safya açmaktan yana" dedim. Mert bir adamdı Karabay. "Peki ama ne yapabiliriz?" diye sordu.

"Sendika, işçiler, yönetim olarak Japonya'ya gittik, hayatımız değişti"

- Siz ne yanıt verdiniz?

O dönemde biz Bridgestone ile yeni ortak olmuştuk. Adamlar, "Bismillah" dediler, Türkiye girdikleri an 109 gün grevle karşılaştılar. "Japon ortağımız Bridgestone 45 yıldır grev yaşamamış, birlikte Japonya'ya gidelim. Onları dinleyelim, bunu nasıl başarmışlar öğrenelim" dedim. Kabul ettiler. Yedi kişilik ortak bir ekiple Japonya'ya gittik. Orada fabrikaları gezdik, sendikalarlarla, işçi ve işverenle görüştük. Sistemlerini anlamaya çalıştık. Tabii enteresan anlar da yaşandı.

- Ne gibi?

Japonya'da işçiler işverenin tutumundan memnun olmadıklarında başlarına kırmızı bir kurdele bağlıyormuş. Bu kadar! Tabii bizim ekip şaşırdı. "Zaten işverenle yolumuz müşterek. Şirketimizin ve biz çalışanların menfaatleri aynı olduğu için sorun yaşamıyoruz. Bir hoşnutsuzluğumuz olursa, başımıza kırmızı kurdele bağlarız, ertesinde işverenle konuşuruz" dediler. Japon çalışanın şu veciz sözünden de çok etkilendik. "Benim maaşımı patronum değil, müşteriler ödüyor" demişti biri. Hepimiz Japonya'da görüp dinlediklerimizden çok etkilendik. Ve dönüşte peyderpey o sistemi BRİSA'da uygulamaya başladık. Yeni bir sayfa açtık. Önümüzde bambaşka bir ufuk açıldı. Çalışanlarla şirketin birlikte mutlu olduğu bir düzene geçtik. Sonuç mutlu çalışanlarının emeği ile BRİSA Avrupa'nın en büyük yedinci lastik fabrikası oldu. Önce ulusal kalite ödülünü daha sonra da Avrupa Kalite Büyük Ödülü'nü kazandı. Burada belirtmeliyim ki, sendikacılığın ülkemizdeki çalışma biçimine tezat bu BRİSA örneğinde, LASPETKİM Başkanı Vahdettin Bey'in bizim teklifimizi kabul etmesi de önemliydi. Oysa o günlerde başka bir eğilim de vardı.

Sendika başkanından Sakıp Sabancı'ya davul ültimatomu

- Neydi o?

Az önce söyledim. 1) "Grev işin raconudur" bakışı. 2) Bunu Sakıp Bey'den (Sabancı) bir anekdotla aktarayım. Konu BOSSA ile ilgili. Tekstil sendikasının başında rahmetli Halil Tunç varmış. Görüşmede Sakıp Bey, sendikanın şartlarını kabul etmiş. "Hadi şu sözleşmeyi imzalayalım" demiş. Halil Tunç, "Hayır olmaz, önce davul zurna çalınacak, ondan sonra imzalayacağız. Öbür türlü işçi, sendika bizi patrona sattı, der" demiş.

Bir CEO'nun gözünden işçiler için çözüm listesi

- Tam burada patron katını soralım. Evet siz bir profesyonelsiniz. Ama insansınız da. Kalbinizin işçilerden yana olduğu örnekleriniz olmalı?

Ben yöneticilik hayatımda hep aynı yerden baktım. Bir işi en iyi bilen, o işi yapan adamdır. O işi yapan adamı motive ederek verimliliği artırırsın. O adam ancak mutlu çalıştığı işte yüreğini, benliğini ortaya koyar. Şirketler de mutlu çalışanlarla birlikte kalkınır. Grevler kısmına gelince, ben şahsen şuna çok üzülüyordum. Pisi pisine yaşadığımız çok grev oldu.

- O ne demek?

Benim tecrübemde grevlere giden süreçte şöyle bir iletişim çıkmazı da vardı. Diyelim ki, sendikayla konuşuyoruz. Onlar 120 lira istemiş, biz 100 lira vermişiz. Sendika bunu işçiye anlatırken, "100 verdiler" demiyordu. "İşveren bizi açlığa mahkum ediyor" diyordu. Şimdi bu örnekle patron katı adına açıklama yaptığım düşünülmesin. Bu meseleye çok zaman vermiş, bir yönetici olarak çözüm önerilerimi paylaşmak isterim. 1) Sendikalar son aşamaya gelindiğinde grev oylaması yapar. Bence bu grev oylamasına giderken, son aşamanın ne olduğu noterden tasdikli belge ile işçiye açık seçik aktarılmalı. Son aşamada sendika ne talep etti? İşveren neyi kabul etti? İşçiler patronlarla sendikanın ne konuştuğunu tam anlamıyla bilmeli. 2) Grev oylamaları kapalı oyla gerçekleşmeli. Ben kendi tecrübemde işçiye manipülasyon yapıldığına tanık oldum. Ve buna hep üzüldüm. 3) Sendika aidatları check off denen bir sistemle ödeniyor. Yani sendika oturuyor, işveren işçinin sendika aidatını kaynakta kesiyor. Sendika hesabına yatırıyor. İşçi "Benim aidatımı kesme kardeşim" diyemiyor. Halbuki artık hayatın her alanında ödeme sistemleri çok değişti. İşçilerin bu check off sistemi değişmeli. İşveren bankaya çalışanın maaşını yatırmalı. Çalışan da bankaya, "aidatımı sandikaya öde" diye yetki vermeli. İstediği zaman da o yetkiyi kaldırmalı. 4) Şu andaki sendika kanununda aynen siyasi seçimlerde olduğu gibi yüzde 10 ülke barajı var. Bir iş yerinde belirli bir sendikanın toplu sözleşme yapabilmesi için aynı sendikanın bütün ülkede yüzde 10 barajını geçmesi lazım. Bu değişmeli. Çünkü sözde güçlü sendikalar oluşuyor ama bu sendikalar iş yerinin realitesinden uzaklaşıyor. Bugün Bursa'daki otomotiv grevinde olan budur. İşçi sendikalarıyla işveren sendikaları görüşüyor. Halbuki Tofaş'ın da Reanult'nun da yan sanayii olan Mako'nun ve Coşkunöz'ün de kendilerine özgü realiteleri var.

"Bursa'da işçiler haklılar"

- Bursa örneğinde işçiler saatlik ücretlerine iki lira zam istiyor. "Bir saatlik emeğimizin karşılığı 7 liradan 9 liraya çıksın" diyorlar. Patron katı bu iki lirayı neden görmez?

Bursa'daki durum şu. Renault ve Tofaş'taki işçiler sendikaya, Metal İş'e karşı reaksiyon gösteriyor. "Bizi yaptığın toplu sözleşmeyle bağladın, oysa Bosch'ta yaptığın anlaşmayla daha fazla rakam aldın, bizi sattın. Aynı işi yapıyoruz, biz neden az alıyoruz?" diyorlar. Bursa'daki hadise işveren ile çalışan arasında değil, sendikaya karşı. Ve haklılar. Olaya hukuki olarak bakarsanız, ortada sözleşme var. Ama öbür tarafta da bir hakkaniyetsizlik var. Bu durumda patron da, o iki liraya, işte böyle bakıyor.

"İşçiye zam diyen yabancı ortakların elini biz tutardık"

- Küresel bir güçle ortaklık nedir; yakından biliyorsunuz. Bursa'da Renault resti çekti. "Grev devam eder ise uzun vadeli yatırım planlarımızı gözden geçiririz" dediler. Renault "Türkiye'den gideriz" demeye getirdi. Küresel bir güçle ortak olurken, işçi hakları masaya nasıl gelir? Neler konuşulur? Siz Toyotasa'da neler yaşadınız?

Aslında yabancı ortaklıklarda ana merkezin görüşü "daima ver" şeklindedir. Çünkü buradaki işçi ücreti son derece farklıdır. Hatta birçok yabancı ortak grevi anlayamaz. "İşçi ne istiyor?" derler. Misal "Ücretine 2 lira zam" dersin. "Ne kadar ediyor bu?" diye sorar. "Bir dolar bile değil 80 cent" dersin. "Fabrikayı 80 cent için mi durduruyorsunuz, verin!" derler. Nitekim biz bunu LASSA toplu sözleşmelerinde yaşadık. O zaman işveren sendikası KİPLAS idi. Goodyear, Pirelli ve LASSA'yı KİPLAS temsil ediyordu. Karşıda da işçileri temsilen LASPETKİM vardı. Toplantılar sabahlara dek sürerdi. Yabancı genel müdürler görüşmelerin sonuna doğru gelirdi. "Verin" diyenlerin ellerini adeta biz tutardık.

- Yabancı ortaklar kesenin ağzını çok açmasın diye mi tutuyorsunuz?

O yabancı genel müdür, diyelim ki üç yıllığına orada. Siciline üretimin durduğu bir grev geçsin istemiyor. Onun için vericidir o. Biz tahterevallinin diğer tarafında öyle bakmıyorduk tabii. Çalışanın hak ettiğini vermek istiyoruz ama bir Türkiye gerçeği var.

- Acaba hangi Türkiye gerçeği!

Rekabet! Yabancıların sınırsız verme refleksine o nedenle mani olurduk. Sonunda aritmetik konuşur. Aritmetik de der ki, "Türkiye'de işçi maliyeti düşük." Ondan yabancı ortak kolay kolay gitmez.

- Otomotiv içşileri Fransa'da yıllık 54 bin Türkiye'e 11 bin avro kazanıyorlar. Renault'ın "gideriz" taktiği, bu düşük maliyet ile mi ilgili?

Aynen. Onun için gidemez, gitmek istemez. Üç günlük grev yabancı ortağının daha çok canını acıtır.

- Patronlar ve hükümet grev konusunda aynı şeyi söylüyor. Bu neden hep böyle?

Hangi sektör, hangi iktidar olursa olsun bu böyledir. Grevden patron da Ankara da hoşlanmaz.

- Tersinin yaşandığı bir durum oldu mu sizin hayatınızda? Sakıp Bey'in ya da sizin, "İşçiler haklı, şurada hak yedik, üzgünüm" vs. dediğiniz oldu mu hiç?

Samimiyetle söyleyeyim; olmadı. Çünkü özellikle BRİSA'daki 109 günlük grevin ardından anlattığım gibi bambaşka bir sayfa açtık. Ben yönettiğim şirketlerde çalışanlar mutlu değil ise şirketin muvaffak olmasının mümkün olmadığına inanan bir yöneticiydim. BRİSA'dan sonra bu felsefeyi tam anlamıyla hayata geçirdik. Şu bir gerçek ki, hayatın her alanında çatışmanın olduğu yerde verimlilik olmuyor. Patron ve çalışanın hedefi bir ise, başarı kendiliğinden geliyor.

"TÜSİAD ve Cumhurbaşkanı arasındaki gerginlikle, hepimize yazık oluyor!"

- Çatışmadan söz ederken... TÜSİAD ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki gerilimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bakınız, enerjimizi her platformda benzer biçimde kaybediyoruz. İşçi ve işveren ilişkilerinde çatışma ortamı varken, nasıl iki tarafta kaybediyor ise burada da aynı meseleyi görüyoruz. Ne kadar benzer bir durum. Yazık oluyor, hepimize, emeğimize, Türkiye'ye yazık oluyor. Bu çatışma ortamını kaldırmak lazım. Kaldı ki meseleyi sadece TÜSİAD ile sınırlandırmadan, sivil toplum kuruluşları ve hükümet arasındaki ilişkiler diyerek daha geniş okumalıyız. STK'lar katılımcı demokrasinin önemli bir unsuru. STK'lar ülke menfaatlerini gözettiği gibi kendi mensubu olduğu grubun da menfaatini gözetir. 1971 yılında kurulan TÜSİAD da ülkemizin en önemli STK'larından biri. 2500'e yakın şirketi bünyesinde bulunduruyor. Üyelerinin tamamı kayıtlı çalışıyor. Bu vergilendirme açısından da çok önemli. Türkiye dış ticaretinin, enerji hariç, yüzde 80'nini, kamu ve tarım dışındaki istihdamın yüzde 50'sini gerçekleştiriyor. Kurulduğundan bu yana sosyal ve ekonomik konularda önemli raporlar hazırlayarak bir düşünce kuruluşu görevi de üstlenmiş durumda, fikir üretiyor. Burada bir anekdotu da aktarayım. 1971 yılında TÜSİAD kurulduğunda Sakıp Sabancı, Vehbi Koç, Eczacıbaşı bir araya geliyorlar. Toplantıdan çıkarken Vehbi Bey, "Şimdi fikir üreten bir fabrika kurduk, bu mal üretiminden daha önemli" diyor.

- Şimdi "TÜSİAD misyonunu tamamladı" diyenlere katılır mısınız?

Türkiye'nin dış ticaretinin enerji hariç yüzde 80'nini gerçekleştiren, kamu ve tarım dışındaki istihdamın yüzde 50'sini gerçekleştiren bir kurumun misyonu sürekli olmalıdır. Yine aynı vurguyu yapacağım. Hükümetlerin de TÜSİAD'ın da ana hedefi refahı artırmak, refahın sürdürülebilir olması için adil gelir dağılımını sağlamaktır. Bu hedefe ulaşmak için her iki tarafın da yakın ve güvenilir işbirliği içinde olması gerek. Bu ilişkiyi zedeleyebilecek söylemlerden kaçınmaları gerek. Önce hedefin müşterek olduğunda hemfikir olacaklar. TÜSİAD mensubu olduğu üyelerin menfaati icabı olarak da Türkiye'de refahın artmasını ister. Hükümet de refahın artmasını ister. Bu refahın kalıcı olabilmesi için adil bir gelir dağılımı lazım. Hedef bir ise, çatışmanın olmaması lazım.

"Başkanlar hükümeti tenkit etme histeriği içinde"

- İşadamları özel sohbetlerde Erdoğan'ın çıkışlarından yakınıyor. Ancak aynı işadamları açılışlarında Erdoğan olsun istiyorlar. Kamuoyuna Erdoğanlı resim vermek istiyorlar. Bu bir oportünizm mi, korku mu?

Bir tesis açılacak ise orada başbakanın, cumhurbaşkanın bulunması o törene ayrı bir popülarite kazandırır. Dünden bugüne bu hep aynıdır, işadamları böyle törenlerde Ankara olsun ister. Fakat burada üzerinde durulması gereken hadise şu. Ortada çatışma zeminini besleyen karşılıklı bir durum var.

"Cumhurbaşkanı işadamlarını hedef alarak tabana oynuyor"

- Bunu nasıl tarif edersiniz?

TÜSİAD başkanları hepsi ayrı ayrı değerli insanlar. Ama başkanlar nedense hükümete karşı tenkit etme isteriği içine giriyorlar. Hükümete ters bir şey söylenmez ise sanki başkan olunmazmış gibi görüyorlar. Elbette ülkeyi kimin, nasıl yöneteceği işveren için önemlidir. Ama tam siyaset kokan demeçlerden arınmak lazım. Başkanların "tenkit edeyim" histerisinde olmamaları lazım. Dozajını artıran var, azaltan var, ancak şimdiye dek bütün başkanlar bunu yaptı. Oysa bu bir denge işi. Hem artıları hem eksileri bir görüş ortaya koymak lazım. Örneğin Haluk Dinçer'in başkanlık dönemindeki sözlerini hakkaniyetli bir tespit olarak görüyorum. Diğer yandan bugün cumhurbaşkanı, dün başbakan, yani siyasette de liderler, işadamlarını hedef alırken aslında vatandaşa, işçiye, çalışana yani tabana oynuyor. Bu, çok bilinen bir siyaset oyunu. Dolayısıyla böyle bir çatışma içinde oluyoruz ki yine aynı sözü söyleyeceğim. Yazık oluyor! Hedef bir ise, çatışmanın olmaması gerek.

- TÜSİAD ile iktidar arasındaki çatışmanın zirve günleri sizce hangileri?

Bülent Ecevit'i düşüren ilanlar var (S.O: 1979 yılında TÜSİAD’ın Kurucu Başkanı Feyyaz Berker'in verdiği ilanlar). O günler bugünkü durumdan çok daha sertti. TÜSİAD bugün her fırsatta "Biz siyasi parti gibi davranmıyoruz, ülkemize dair gözlem ve eleştirilerimizi demokratik biçimde söylüyoruz" diyor. Haklılar ve bunları söylemeleri lazım. Ama bunun tonuna, dozajına dikkat edilmeli. O günlerden bugüne farklı unsur ise şöyle, çatışmanın şahsileşerek sertleştiğine tanık oluyoruz.

"Bugünkü gerginliğe Ekonomik Konsey ilaç olur"

- Cumhurbaşkanı'nın TÜSİAD'ın toplantısında karşısındaki başkanı, yönetimi, üyeleri sözleri ile ağır eleştirdiği, onların da kendilerine yönelik ithamları dinlediği hafızalarda. Her iki "tarafı" ile bu manzarayı milletçe nasıl tercüme edelim?

Bu manzara sadece patronlar katıyla ilgili değil. Tüm Türkiye manzarası şu anda böyle. Bu bağlamda, anayasamızda bulunan bir gerçeği hatırlatmak isterim. İşvereni, işçi kuruluşlarını, hükümeti vs. bir araya gelerek Türkiye'nin refahını artıracak yol mümkündür. Anayasada yer alan Ekonomik ve Sosyal Konsey hayata geçmeli. Fevkalade bir kuruluş, Türkiye'nin bugünkü durumuna ilaç. Ama bu konsey toplanamıyor.

- TÜSİAD bu konseyin toplanmasını ister mi?

Gayet tabii. Çünkü ekonomik hayatı düzenleyen her taraf, bu konseyde bulunacaktır.

- Bugün TÜSİAD'ın başkanlık koltuğunda bir profesyonel var. Bu resmi "patronlar bir profesyonelin arkasına saklanıyor" diyerek okuyanlara hak verir misiniz?

Şimdiye dek TÜSİAD başkanı koltuğunda hep patronlar oturduğu için "artık patronlar geride duruyor" gibi bir algı oldu kamuoyunda. Bir yerde de hak vermek gerek. Her patron TÜSİAD başkanı olduğunda hem kendi işinden uzaklaşıyor hem de hükümet ile çatışma olduğunda direkt kendi şirketi zarar görüyor diye düşünülüyor. Tabii işin tabiatında vardır. Patronun konuşma tarzı ve gücüyle, bir profesyonelinki farklıdır. Şu andaki başkana haksızlık etmek istemediğimi, bunun meselenin tabiatıyla ilgili bir realite olduğunu da hemen söyleyeyim.

"TÜSİAD'da bezginlik var, ondan sessizler"

- Son tartışmada ekonomi yönetimine ilişkin sözleri nedeniyle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başkan Cansen Başaran Symes’e yönelttiği ithamların ardından TÜSİAD da hem kurumsal hem şahsi bir sessizlik oldu. Bu sessizliği "aman seçim öncesi susalım" mantığı ile açıklamak yeterli mi? 

Bir bezginlik olduğu, gerçek. Bir açıklama ile yanıt verildiğinde nasıl reaksiyon geleceğini tecrübe ettiklerinden, söyleyenlerin başına gelenlere bakıp sessizliği tercih ediyorlar herhalde. Yeni bir açıklamanın fayda getireceğini düşünmüyor olmalılar.

- Patronların değil profesyonellerin başkan olması neyin göstergesi?

Aslında bir profesyonelin başkan olması işleyiş açısından bir değişikliğe neden olmaz. Çünkü o profesyonel de TÜSİAD'daki etkin isimlere danışmadan karar almaz. Şu bir gerçek ki, bir zamanlar verilecek demeçler birkaç patrona danışılıp oluşturulurdu.

- "Üç büyük"lere mi danışılırdı?

Üç büyük, dört büyük, hatta "ben neden o kadar büyük değilim" diyenler. Dolayısıyla evet o koltukta profesyonel oturuyor ama arkadaki ağır topların kararı daha geçerli.

- TÜSİAD ne kadar demokrat o halde?

Bu çok tartışıldı. Bence bu tür kuruluşların her yönü ile demokrat olması beklenmemeli. Çünkü 2500 şirketin gruplar arasındaki dağılımı, TÜSİAD'a verdikleri üye sayıları çok farklı. Dolayısıyla grupların TÜSİAD içindeki ağırlıklarına göre karar mekanizmalarında etkili olmaları doğaldır.

"Uzlaşma ihtiyacı nedeniyle bugün koalisyon faydalı da görülebilir"

- İşadamlarının koalisyon korkuları, sizce bugün halen güncel mi?

İşadamı öngörülürlük ve istikrar ister. Geçmiş koalisyon tecrübelerinde Türkiye bu anlamda iyi sınav vermedi. Bugünün şartlarında koalisyon, eskisi gibi problemli olur anlamına gelmiyor. Hatta uzlaşma ihtiyacı nedeniyle koalisyon faydalı da görülebilir. Çünkü koalisyon ister istemez uzlaşma ortamı doğuracak. Şunu söylemek mümkün, işadamlarında eskisi kadar koalisyon korkusu yoktur ama geçmişe bakarak kategorik olarak korkanları vardır.

- Cemaat-hükümet arasındaki savaşta cemaate yakın işadamları da gözaltına alındı. Son perdede yaşananlar iş dünyasını nasıl etkiler?

Bu konular anlaşılır olmaktan çıktı. Ne zaman, nasıl sonuçlanacağını ben de merak ediyorum.

"Eskiden döviz tahsisini alan zenginleşirdi şimdi ihaleyi alan zenginleşiyor"

- Siz Türkiye'nin son 40 yılında Ankara-işadamı ilişkisine yakından tanık oldunuz. Ankara-işadamı hattında genetiğimiz ne diyor sizce?

1970'ler bürokrasinin çok ağır olduğu günlerdi. Ankara'dan onay almadan adım atmak imkansızdı. Bir bakarsınız, sabah yedi uçağına İstanbul'dan Koç'lar, Sabancı'lar, Eczacıbaşı'lar, hep birlikte Ankara'ya gidiyorlar. Uçaktan sonra birbirinizi bakanlıkta, öğle yemeğinde görürsünüz. Dönüşte akşam hep beraber yine aynı uçaktasınız. Ankara'dan döviz tahsisi alacaksınız, ithal müsaadesi alacaksınız, böyle günler. Hep bir damgadan geçmeniz lazım ve bunun yarattığı kocaman bir bürokrasi var. Ardından 80'lerde Özal'ın uçak dolusu işadamını dünyaya götürdüğü günler geliyor. Özal uzlaşmacı, iş dünyasının içinden gelen bir isimdi. İşadamları ve Ankara'nın en iyi diyaloğu onun zamanında oldu.

- Gelelim bugüne?

Dünyanın her yerinde işadamlarının hükümetle temas halinde olması gerekir. Konjönktürü ve vizyonu takip etmek için işbirliği elbette hep önemlidir. Fakat bugün hükümete yakın olmak işadamlarının başarı için neredeyse tek kıstas haline geldi. Evvelden döviz tahsisi önemliydi şimdi ihale tahsisi önemli. Eskiden döviz tahsisini alan şirket zenginleşirdi şimdi ihaleyi alan zenginleşiyor.

- Star Medya Grubu'nun sahibi Ethem Sancak'ın "Erdoğan'a aşık oldum" sözlerini nasıl yorumladınız?

Takdir hislerini daha farklı kelimelerle ifade etmesi yakışık alırdı.

"Sakıp Bey'i hiçbir şey susturamazdı, bugün olsa çekinmeden ağırlığını koyardı"

- Sakıp Bey hayatta olsaydı Erdoğan döneminde nasıl bir strateji izlerdi?

Susmazdı. Sakıp Bey'i hiçbir şey susturumazdı. Bezginlik denen bir hadise Sakıp Bey'de asla olmazdı. Doğruları söylerdi. "Aman bana ters gelecek, işlerimi bozulur" gibi bir tutum içinde olmazdı. Çünkü o şuna inanırdı. "Türkiye iyiyse ben iyiyim. Sadece benim iyi olmam,Tükiye iyi değilse işe yaramaz" derdi. Sakıp Bey, cidden inançla, şirketten önce ülkeyi düşünürdü. Bugün olsaydı hiç çekinmeden, fikrini söyleyerek ağırlığını koyardı. İşi şahsileştirmeden kendi nüansıyla polemiğe girmeden lafını esirgemezdi. Sakıp Bey'in en sert sözleri bile bu üslubu nedeniyle kabul görürdü.

"Sabancı Grubu medyaya girmedi çünkü..."

- Sabancı neden medyaya girmedi?

Medyanın bir çılgın dönemi vardı. Güneş gazetesi yeni çıkmış, yazarlara astronomik ücretler ödeniyordu. O günlerde medya konusu gündeme geldi. Bir gazete kurulması düşünülmüştü. Sakıp Bey grubun medyaya girmesine taraftar gibiydi. Konuşmaların ertesinde şu görüş hakim oldu. Ben de aynı görüşteydim. "Siz medyada yer almak istediğinizde medya yarış halinde, bir mecra endişeniz yok" dedik öncelikle. O zamanlar medya bu kadar ayrışmamıştı ama "İsa'ya Musa'ya yaranma" meselesi yine de vardı. "Bu, grubumuza zarar verebilir" dedik. Güneri Civaoğlu'nun transferi çok konuşuluyordu o günlerde. Yan faktör olarak da bazı üyelerimiz, "Medyada milyon dolarların ödendiğini" söyleyerek "Medya yöneticilerini öyle paralar veriliyor ki, bu rakamlar şirketlerimizdeki dengeyi bozar" dedi. Başta istekli olsa da tüm bu değerlendirmeler neticesinde Sakıp Bey medyaya girmemeye ikna oldu. Bu gelişmeden dört beş yıl sonra Ahmet Özal Kanal 6'yı alması için Sakıp Bey'e gelmişti. Orada da aynı nedenlerden dolayı medyada yatırım düşünmediği anlatarak, medyaya girmeme kararını söyledi.

- Kenan Evren’in ölümünün ardından tekrar gündeme geldi. Evren'in satışa çıkardığı ilk resmi, 50 milyon liraya Sakıp Sabancı tarafından satın alınıyor. Bunu hiç konuşmuş muydunuz kendisi ile?

Bunu bilmiyordum. Sakıp Bey'in evde, holdingte ya da müzede sergilenen resimlerinde bu dediğiniz Evren resmine hiç rastlamadım ben. Bilmiyordum.

"Sakıp Bey, aile dağılıyor, diyordu"

- Sakıp Bey'den sonra grubun rengi soldu mu?

Aile şirketleri belirli bir düzeye eriştiğinde, kurumsallaşmayı grubun her platformunda hayata geçiremedi ise yaprak dökümleri yaşanıyor. Sakıp Bey'in başkanlığında Sabancı topluluğu beş kardeş olarak önemli bir noktaya ulaştı. Sabancı kurumsallaşma yolunda ilk adım atan gruplardan biriydi Türkiye'de. Örneğin McKinsey ile yaptığımız çalışmalarda en önemli konu yönetişimdi. Dünyadaki örnekleri ve Sabancı Grubu’nun yapısını inceledik, hatta ailenin ikinci jenerasyonuyla beyin fırtınaları yaptık. Bu hadise güzel ilerlerken, bir yerde koptu. O dönemde de Sakıp Bey bir gün bana şöyle dedi, “Yaptığımız doğru, bu iş doğru. Ben inanıyorum. Çok da emek verdik ama endişem var. Bunu yaparsak aileyi dağıtabiliriz. Aileyi toparlayamıyorum, dağılıyor." Şu anda Sabancı Grubu yeni yatırımlar, yeni şirketlerden ziyade değer yaratmaya çalışıyor. Sakıp Bey'in zamanındaki gibi değil.

Rahmi Koç'un CEO-SA'ya gönderdiği mektup

- Sabancı Grubu'nda geçen 32 yıllık birikiminizi de aktardığınız kitabınız yayımlandıktan sonra Rahmi Koç'tan bir mektup alıyorsunuz. Sabancı Grubu'nun en büyük rakibi Koç Holding'in Onursal Başkanı'nın mektubundan alıntılıyoruz: "Kitabınızdan çıkardığım netice; Aziz dostum rahmetli Sakıp Sabancı ailenin birliğini ve dirliğini korumak için bazı kurumsal kararları ya almamış ya da alamamış. CEO'nun sandviç olması, ona rapor edenlerin onun rapor ettiği mevkilerde bulunması idareciliğin ve kademelerin felsefesine aykırıdır. Gördüm ki, ailenin bir kısmı sanki sizin getirdiğiniz bu tarife uymuş, bir kısmı maalesef bu görüşü benimsememiş. İnşallah büyük aile şirketlerinin patronları, kurucuları yahut söz sahibi kişiler kitabınızı okumuştur." Rahmi Koç'un mektubundaki bu satırları "Sakıp Sabancı'dan sonra grubun rengi soldu mu" sorusuna yanıt olarak okuyabilir miyiz?

"CEO'ların sandviç olması" benim kitapta kullandığım bir ifadeye gönderme. Bu sandviç benzetmesi ile şuna dikkat çekiyorum. Biliyorsunuz topluluktaki grup başkanları aileden isimlerdi. Diğer yandan ben de onların üye olduğu yönetim kuruluna rapor veriyorum. Yani benim hesap sorduğum ve hesap verdiklerim aynı şahıslar. Bu durumda CEO sandviç oluyor. Karar verenler ile hesap verenler arasında sıkışıyor. Bu da sağlıklı bir yönetim değil.

- Siz Türkiye'ye CEO sözünü getiren ilk isimlerdensiniz. CEO kavramının içi boşaldı mı?

İşin özünden uzaklaşıldı. CEO'nun kelime manasına gidersek. CEO, önce "chief" yani tek olacak. Sonra "executive" yani icraatın başı olacak. Ve aynı zamanda "officer" yani müdür olacak. Bugün CEO, yürütmeden tek sorumlu değil ise geriye sadece müdürlük kalıyor. Yani memur oluyor. Bugün böyle olanlar çoğaldı. Burada en önemli hadise CEO'nun gerçek anlamda icraatın başı olması ve kendinin oluşturduğu bir icra kuruluyla şirketin yürütmesini sağlamasıdır. Adamı CEO yapıp, "Ahmet, Mehmet, Hüseyin" ile çalışacaksın diyerek kendi ekibini kurmasına izin vermezsen, yönetim kurulu olarak icraata karışırsan, olmaz.

- "Bu anlattığınız iktidar partisinin durumuna ne kadar benziyor. Türkiye'deki büyük aile şirketleri ile iktidar partisinin yaşadığı bir nevi ikiz gibi" diyen okurlar çıkarsa?

(Gülüyor) Çift şapkalılık toplumumuzun her kademesinde var.

- Partilerin ekonomik hedeflerini de soralım. İktidar partisi ve muhalefetin projelerinde en çok neye "dikkat" diyorsunuz?

AK Parti'nin 2023 hedefinde de CHP'nin "Merkez Türkiye" projesinde de ortak bir yan var. Her iki parti de Türkiye'nin orta gelir tuzağından sıçramasının yollarını anlatıyor.Türkiye'de kişi başı gelir 10 bin dolarlara geldi ama buradan kıpırdayamıyor. Bunun sıçraması için önümüzdeki yol belli. 1) Eğitim sistemi değiştirilmeli. OECD ülkelerinde 15 yaş grubunda yapılan PİSA testinde 65 ülke arasında fen bilgilerinde 44'üncüyüz, matemaktikte ve kendi lisanını okuyup anlamada 43'üncüyüz. 2) Hukuk sistemi AB normlarında düzenlenmeli. 3) Verimlilik ve liyakat sistemi hayata geçmeli. Verimlilik kaynakların iyi kullanılmasıdır. Burada son derece geriyiz. Liyakatta ise Türkiye'de işlerin başına yandaşlar yerine o işi hak edenler getirilirse Türkiye verimlilik ve kalkınmada önemli bir sıçrama yapacaktır. Bu üç maddede rakidal değişiklik olmadan orta gelir tuzağından çıkmamız mümkün değil.

"Suikastın aydınlanması için Demir Sabancı çok uğraştı"

- Kamuoyundaki yaygın söylemiyle "Sakıp Sabancı'nın Kürt raporu", tam adıyla "Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu”nun ardından da az önceki değerlendirmelerinize benzer analizler yapılmıştı. Sakıp Bey'in hazırlattığı bu raporu, aile basından mı öğrenmişti?

Bilemiyorum.

- Siz CEO olarak Sakıp Sabancı'nın Kürt raporunu basından mı öğrenmiştiniz?

Bir rapor hazırlığı olduğunu duyuyorduk içeriğini tam olarak bilmiyorduk.

- O raporun ardından şirkette neler yaşandı?

O dönem Alpaslan Türkeş'in bir çıkışı olmuştu. (S.O: MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Sabancı’ya “Sakıp Ağa, çizmeden yukarı çıkıyorsun. Politikayı oyuncak mı zannediyorsun” demişti.) Türkeş'in çıkışından sonra hadise devam etmedi çok. O çıkıştan ötürü şirket içinde söylenildiği gibi endişeli, gergin günler olmadı.

- Özdemir Sabancı suikastı konuşulurken bu rapor da tartışıldı. "Rapor kaynaklı mı? Otomotiv mafyası mı? Derin devlet mi?" denildi.

Raporla ilgili olduğu iddiasına itibar edilmedi. Otomotiv mafyası iddiası ise tam bir spekülasyon. Hepsi kocaman soru işaretleri olarak duruyor.

- İnsanlar da şu soru var: Aile yanıtsız kalan soru işaretlerine ne diyor?

Aile çok uğraştı, özellikle Demir Sabancı çok uğraştı.

"Özdemir Bey, Sakıp Bey'in odasında vuruldu"

- O günlerde neler yaşadınız siz?

Hadise olduğunda ben 16'ıncı kattaydım. (Susuyor) Korkunç bir olaydı. Ne yaşadık? (Dışarı bakıyor, susuyor) Ne duyduk hep? Esas hedefin Sakıp Sabancı olduğu söyleniyordu. O gün odalar değişmişti. 25''inci katta iki bölüm var. Ortada da asansörler var. Sol tarafta Hacı Bey ile Özdemir Bey'in odaları, sağ tarafta Sakıp Bey ile Şevket Bey'in odaları var. O gün toplantıyı Özdemir Bey'in olduğu yerde yapıyorlar. Sakıp Bey, Erol Bey, Hacı Bey orada toplantıdalar. Özdemir Bey de bu tarafta (eliyle işaret ediyor) rahmetli Haluk Bey ile toplantısı var. O da toplantısı bittiğinde, Sakıp Beylerin toplantısına katılacak. İki rivayet var. Bu suikastçıları Fehriye Erdal getirtiğinde son anda karar değiştirip, hedef Sakıp Bey olmasın diye Özdemir Bey tarafına götürüyor. Bir teori de, Fehriye Erdal'ın Sakıp Bey'in bu yer değişikliğinden haberi yok, Sakıp Bey niyeti ile Özdemir Bey'in odasına giriyor suikastçılar.

- Aslında Özdemir Sabancı'nın vurulduğu oda eskiden Sakıp Bey'in miydi?

Eskiden değil, o anda da Sakıp Bey'in. Ama o gün değişik yerlerde toplanıyorlar.

- Bir tesadüf mü? Özdemir Bey'in vurulduğu yer o esnada Sakıp Bey'in odası mı?

Evet. (İç çekiyor) Neden oldu bu suikast, sebebi neydi; anlaşılamadı.

- Sebebinin anlaşılamamasının nasıl yorumluyorsunuz?

Anlaşılmamasını istiyorlardı herhalde çeşitli gruplar.

Selin Ongun/Cumhuriyet
E-Bülten Aboneliği
İş, Ekonomi ve Cemiyet hayatının özel gündemi Patronlar Dünyası'nda... Günlük E-Bülten'imize abone olun, Patronlar Dünyası ayrıcalıklarını yaşayın.
Patronlar Dünyası ile Bir Adım Önde